22 Kasım 2009 Pazar

farkedilmek isteyen köpek

koşarak yanımdan geçti. ağzında siyah bişey. peşisıra bağıra çağıra iki genç. parktaki yuvarlak oturma yerlerinden birine döndü. gençler peşinden. karşıdan gelen bir başka genç izlemeye durdu. ben de meraklanarak hızlandırdım adımlarımı. yanımdan geçerlerken anlamıştım köpeğin bişey çaldığını. baktım bizimki sinmiş duvarın dibine, ağzında bir şapka. kayıp şapka sahibi korkak ama kakırdıyor. öbürsü sabırsız ve asabi. ama o da korkmuş, bişey yapamadan diğerine şapkasını alması için bağırıp duruyor. sordum, çocuk şapkayı yere düşürmüş, bizimki de kapıp kaçmış. işler kötüye gidiyor. bizimki sinmiş, korkmuş gibi ama şapka hala ağzında. kıkırdayıp duran ayağını uzatınca dayanamadım. salak hakikatten kendini ısırtacaktı. dedim çekilin bakayım. diğer seyirci ısırır mısırır gibi bişeyler mırıldandı ama ısırmayağı besbelliydi. gittim, oğlum oğlum diye hitap edip diz çöktüm. hemen kulaklar az daha indi, az sonra kuyruk da sallayacak kıvama gelmek üzere. sevdim. yumuşacık tüylü, kıpkırma, sarıkahvesiyah süper paçoz bir sokak köpeği. aldım ağzından şapkayı. uysalca verdi. sonradan deniz telefonda sorunca aklıma geldi de, kulağında belediyenin aşıladığını gösteren küpe de yoktu sanırım. şapkayı sahibine verdim. "sağol abla, itoğlu it çaldı şapkamı" dedi. "hiç de itoğlu it değil" dedim, niyeyse. "canı sevilmek istemiş." döndüm, seyirci cep telefonuyla fotoğraf çekiyordu. sonra bir anda herkes kendi yoluna gitti. köpek koşup yanıma geldi. bir an farkettim ki, şapkayı ağzından aldıktan sonra arkamı dönüp kalkıvermişim. cansız bir nesneymiş gibi. belediyenin de ihmal ettiği köpeğin görünürlük ziyafetini tattırmadan. bunu yaptıran istanbul mu, yoksa ben mi coşku kaybetmedeyim acaba diye düşündüm suçlulukla. zorla sevdirdi bana kendini. sevdim ben de bir güzel. ama yine sorumlulukla karışık suçluluk duyarak, şimdi beni takip edip kendi bölgesinden uzak düşecek diye, taleplerini ben veremem diye, ulan kıçıma güvensem kendi kazu kızımı alırdım yanıma diye düşünerek. fotoğraf çeken gencin dönüp bize son kez baktığını hayal meyal farkettikten sonra ben de kati şekilde sevmeyi sonlandırıp, keskin bir dönüşle yoluma devam etmeye başladım. kararlı adımlarımın onu beni takip etmekten alıkoymasını umarak, göz temasından kaçınarak nerede olduğunu görmeye, ona cesaret vermemeye çalıştım. bir yandan da içimde koca bir mutluluk baloncuğu, şükran ve sevgiyle dolu, hediyemi kabul ettim. ve gençleri düşündüm, ve izleyiciyi, ve görünür olmak için fırsat kollayan muzip sokak köpeğini, şehri, zamanı, hızı, gerçek ihtiyaçlarımıza doğru hareket etmedeki korkaklıklarımızı ve kendimizi yerle bir edecek değersiz amaçlara ulaşmadaki, cüretimizi düşündüm. peng peng peng arkamda pati sesleri, arada burnunu soktuğu bir poşetin hışırtıları, uzaktan beni keserek, tedirginliğimi farketmiş gibi az ilerden, biraz sağdan, kenarlardan takip etti. sonra birden felaket senaryoları kurmaya başladım. biz böyle giderken araba çarparmış az ileride ben karşıya geçerken diye korktum. neyse ki oradan önce bıraktı takibi. merak ettiysem de dönüp bakmadım. oyunu tamamlandı diye düşünmek hoşuma gitti. yetti bu eğlence ona bugünlük.

3 Kasım 2009 Salı

ev hali

havaların soğumasıyla bünyede saklı "evimin kadını" faaliyete geçti.

aynen şöyle:
önce, arada, yemek masasının olduğu yerde, ne zamandır gözüme batan anlamsız ve çirkin ötesi fayansları, kağıtla kapladım. bunu da gayet basitçe toz tutkal ve beğendiğim bir hediye kağıdı ile yaptım, mutlandım.


sonra aloe vera'mı yeni saksısına geçirip, daimi olacağından bir türlü emin olamadığım yerine yerleştirdim. öyle güzel ki, nereye konsa orayı güzelleştiriyor. hatta acep bikaç tane daha mı alsam dedim. sonra da sanki hilebazlıkmış gibi geldi. güzelliğine ikna olduğunun üzerine oyna, riske girme...


ve son. sırtımı sakatlamak pahasına halımın ilk birimini ürettim. (örerken kasmışım kendimi, sol kürek kemiğim ağrıdı) bu uzun soluklu bir çalışma. şöyle anlaştım kendimle, her gün bir birim. büyük birşey yapmak istiyorum ama, bakalım. elimdeki malzeme yetmeyebilir. bıkabilirim. yine de "paspas" değil. küçük de olsa bir halı olacak. kararlıyım. (kilim mi demeliyim ya da?)



mmmh. çok keyifliyim çok.

29 Ekim 2009 Perşembe

çizmeli kedi

moda budur işte. yaz sıcağında, sonbahar serininde koca koca çizmeleri giydirir, hatta bir de giymemeyi (illa ki etek altına sözgelimi) hata sayar.
moda, anlamı tersyüz edebilir. gerekliliği anlamsızlaştırabilir. güzeli de güzel olmayanı da tanımlayabilir. meşrulaştırabilir.
bunun için ayakların terlemesi çok küçük bir bedeldir.

bağdat caddesinde cumhuriyet bayramı


insanların kalabalıklar halinde biraraya gelme ihtiyacı var. çirkin, hastalıklı bir ihtiyaç değil, ışıl ışıl, coşkulu bir ihtiyaç.

kolektif coşku, asgaride kolektif buluşma. antropologlar bayramlara bu şekilde bakıyor olabilir.


doris lessing'in şikasta serisini okuyunca biraz daha başka bakıyor insan. "dünya"nın, "yaşam"ın ve "evrim"in ihtiyacı, bu tür enerji tazelenmeleri, temizlenmeleri. bayramlar, kalabalık ritüeller bunun için sanki. dünyanın üzerinden negatifi yıkamak için.


atasözü ile arada çok önemli bir bağ varmış gibi gelyor: "dünya iyiniyetlilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor."


her bir bayram, her bir inançlı, temiz biraradalık. sanki tam merkezlerinden, japon animelerindeki gibi, bir enerji akıp, kiri pası alıp götürüyor. tam aksini de düşünebiliriz. yıkıcı kalabalıklar, çok fena kirletip, eksiltiyor. akıp gitmeyi engelliyor, tıkıyor, şeffaflığı yokediyor, kapatıyor, aşkı öfkeyle, inancı kaygıyla kirletiyor.



fener alayı yoktu bu sene. alay vardı, fener yoktu. izmirde denk geldiğimde o koku, benzinimtrak koku, fazla gelmişti zaten. izmirdekinde, alayın en önünde yaşlı bir ateş kusan amca vardı. pont neuf aşıklarını hatırlamaya çalışmıştım. sonra da gümüldürde öldürülen, hacin devesi gigil'in, moğol akrobat sahibini. üçü arasında hakikatten bir benzerlik var gibiydi. ateşten yanmasın diye kazınmış saçlar? şimdi geldi bu aklıma.


neyse, bağdat caddesinde fener alayı niyetine "chopper"cılar vardı. tam önümüzde durdular üstelik. geçip gitmeleri daha büyülü olacaktı. ama durup, ufak gruplar halinde biraraya gelerek, konvoyun kalanını beklediler (sanırım) tam önümüzde. büyü bozan zevzekliklerini duyamamamız için, deniz beni bikaç metre öteye çekti. hakkatten kalabalık bir güruh olarak ve uzaktan çok çarpıcı görünüyorlar. eğer şu, şu ve şu'nun antropoz kaynaklı, şu'nun hevesli bir tıfıl, bunun parasıyla (vs) motorcu olduğunu kurunca, of sevimsizleşiyor. tabi, bu şekilde düşünmeme engel olamadığım için kendimi sevimsiz buluyorum en çok. ve onlar da, tam da öyle göründükleri için iyice gıcık oluyorum.


dedim ya, onların arkasından fener alayı bekledik. yoktu. çok nostaljik ve hatta çakma dururdu sanırım gerçekten de... salt halk vardı. halk da gayet keyifliydi. ara ara şarkı, marş falan söyleyen gruplar... kırmızılarını giyip, evden kendini dışarı atmış genç, çocuk, yetişkin, yaşlı, ellerde bayrak, balon, resim, elinden tutulmuş torun, evlat, sevgili, eş, şen şakrak, organize edilmemiş, kurulmamış, planlanmamış, kendiliğinden, akıp giden, gülen, konuşan, şarkı söyleyen, öğüt veren, anlatan, şakalaşan, isteyen, uman, coşkulu bir sürü insan. tahammülü azalmış sinir hastaları gibi değil, trafik ya da kredi kartı mağduru gibi de, küçücük ve tek başına da değil, başka bir hâle memnuniyetle teslim, ipleri azıcık gevşetebilme fırsatına müteşekkir.

iyileştiriciydi. hiçbir zaman açık olmadım bu tür sosyal hallere. evimde olurdum. yıllarca 29 ekimlerde, akşamları bir fener alayı falan olduğunu da bilmedim. bu da benim gibi bir sürü insan olduğunu göstermez mi? farkedince birtür mahrumiyet bu.

28 Ekim 2009 Çarşamba





13th floor'u izledikten sonra

bir tür kişilik bölünmesi ilizyonundayım. gündüz ghost hound'u beş bölüm izleyerek tamamladıktan sonra gecenin sonunda, Thirteenth floor'u seyredince, fazla yükseldim. simülasyonun içindeki, kendimin ta kendisi, bihaber olan karakter gibi hissediyorum kendimi (vay) "bir yerlerde gerçeği var, ben bunu neden ciddiye alayım ki şimdi?" gibi...


aynı his ghost hound'da da çok fena vardı. ama orada "uzaklaştıkça kendine dönersin" gibi birşey daha çok.

180 dereceden sonra varılan 360 derece gibi.
yolculuğun her bir anında, o an'ın "ben" ini gerçek zannederek. ve her bir anı 180 derece, ya da 360...

büyüleyici.

feysbuktan sebep zırvalama


(salı, gece)

birilerinin eklediği kalabalık şen bir fotoğrafa bakıyorum. güzel eğlenti atmosferi, iyi mod...
eskiden böyle karelere bakınca içim sıkışırdı, tatlı tatlı hem bir yandan. onlar benim henüz bulunmadığım haller, benim deneyimlemediğim vaadlerle doluydu.
yaş almak bu hevesi darmaduman etti. fotoğrafı gördüğümde ancak farkettim ki hanidir kalabalıklara imrenmemekteyim. sanki tüm kalabalıkları biliyorum. sanki merak edecek birşey yok. sanki kalabalıklar eskisi gibi cezbedici değil. halbuki kalabalıklarda bulunup, tüketmedim. içimde bir yerde hep bir grubun üyesi olmayı kurdum, şimdi artık merak etmiyorum.
patetik olan heves miydi, yoksa bu hevesin geçmesi mi? bu değişiklik bir ilerleme mi, gerileme mi? "ileri-geri" yoktur diyebilirim, ya da "gerileme" yoktur diyebilirim, ki ikisi de birbirini getirir.
meşrulaştırabildiğimi umsam da, içeri baktığımda bir "yargı" hali görüyorum. ilerleme/gerileme dışında yargılayacak ne var?
çıkamadım işin içinden...

5 Eylül 2009 Cumartesi

cekiyi seviyoruz, II






ceki ile vedalaştık


annemin ceki'si




canım ceki.
(26 ağustosta sessiz sakin...)

26 Ağustos 2009 Çarşamba

sahilde bir günbatımı yürüyüşünde neler gördüm.


yürüyen tombul insanlar, koşan gayet dinç olanlar, güzel kılıklı bisikletliler gördüm.

yürüyenlerle gözgöze gelmek biraz tatsızdı. kendilerini vakfetmiş yürüyorlardı ancak durum umut verici görünmüyordu. daha zorlu bir egzersiz yapmamaktan dolayı suçluluk ensede, yürümekten vazgeçebilecek kadar cevval olamamaktan ezik, yürümekle zayıflayacağına inanmadığından bezgin, yürümekten yüz bularak iştahını kısmayı ertelediğinden kıçı ağır, taşıması zor, canım günbatımında aslında bir keyif şekli olabilecek aksiyona kendini ite kaka attığından öfkeli, seke seke koşabilen formu sağlamlara kırgın, gözgöze geldiğinde, bunların ne kadar görünür olduğunu bildiğinden neredeyse saldırgan... kulağında müzik, incecik, narincecik olanlar da var, ama onlar da o kadar sert bir mesafe koymuşlar ki etrafa bu canım havada, bu harika saatte bu denli somurtmak, hiçbir güzellikte sağlığa işaret edemezmiş gibi geliyor bana.

koşanlar sadece daha fit değil, aynı zamanda daha da sempatik. bu gerçek. yorgunluk sevimliliği arttırıyor. ve bu daha gönüllü bir yorgunluk. çünkü efor tuhaftır. küfrederek başlarsın, 15-20 dakika sonra bir güzel ısınınca bir bakarsın hiç bitmesin istiyorsun. içerden dışarıya keyif hareket eder efor sarfederken. bir filmi ilerken aldığın haz gibi pasif tanıklıkla değil, kendi özkaynağından, kendinden aldığın haz olduğu için, çok tatminkardır ve sanki sadece ter değil, biraz da neşe üretir. bana kalırsa göz teması kurabildiğin koşan herkesi gülümsetebilir insan. en ciddi ve asık suratlısı bile içerde mutludur çünkü.


güzel kılıklı, dinamoyla yanıp sönen farlı bisikletlilere hep bayıldım zaten. tüm aksesuarlarına, onların minimalliğiyle ters orantılı işlevselliklerine. hiç "bisikletçi" olmadım ama gönlümde kesinlikle fahri bisikletçi olarak süzülür, suluğumdan gururla kaybettiğim sıvımı alır, aerodinamik gözlüklerimlemanzarayı süzer ve üzerimdeki tiril giysinin kenarlardaki küçük salınımlarıyla hızımı ölçerim

bir kapının işlevini kaybetmek bahasına ihtişamını nasıl kazandığını gördüm.
yarın bunun fotoğrafını çekip tam bu cümlenin altına yerleştireceğim.

demir bir kapı. zaten hep güzelmiş. bu sahil tarafına açılan bir bahçe kapısı. büyük, yüksek. konumu yüzünden kullanılmaması insanı üzüyor biraz, ama o kadar harika sarmaşık kaplamış ki! bakmalara doyulmuyor. açılmayan güzel kapı...

tür tür cins köpekleri gezdiren insanlar, kendisinin on katı büyüklüğünde köpekle oynaşıp onu kovalayan bir başkasını gördüm.
yaşı büyükçe bir çocuğun, küçücük bir veletle oynaması gibi görünüyordu aynı. büyük kovalıyor küçük kaçıyordu. sonra küçük kovalamaya başlıyor, büyük kaçıyordu, mesafeyi açmadan, oyunu bozmadan, tadı kaçırmadan. oyun oyun içindir! oldum olası yenmek için kolay yollara sapanlarla oyun oynamaktan değil, "oyun ruhu"nu şad etmek amaçlı oyun oynayanlarla oynamaktan keyif almışımdır. burada derhal bu konudaki en tuttuğum kankalarımı anmam gerekir. yüzlerce yıl öncei lise çağlarında aykut ve tolga, yıllar sonra yiğit ve ibir. evet, direk önlerinde eğiliyorum. oyun arkadaşlığının kutsal ruhları gözetsin onları!



oynaşan köpeklere dönecek olursak, benim kazu kızı düşündüm hemen. nasıl cazgır, nasıl yaygaracı olduğunu. buradaki tüm türler böyle bir barış, bir ağırbaşlılık bir sükunetle donanmışken, benimkinin taşra heyecanını ve görev bilincini düşünerek güldüm. beni çekiştirerek mi yürür, yoksa bu sıralar yaşından dolayı yaptığı gibi tembel ve gönülsüz takip mi eder? annemlerin orada gezdirirken başka köpeklere havlamıştı, buradaki her birine havlayarak beni deli mi eder?mmmh, evet kesin deli eder...

kıyıda, bileklerine kadar suyun içerisinde, kıçı günbatımına dönük, kuyruğunu bir o yana bir bu yana devirerek yürüyen bir martı gördüm.
upuzun bir mesafeyi böyle, pençeleri bileklerine kadar suyun içerisinde yürüyerek katederken yeni terkedilmiş bir aşık gibi görünüyordu. dönüşte bu sefer bir başkasını sahilde oyalanırken gördüm. bir başkasıydı diyorum, çünkü rengi daha koyu gibiydi, deniz öyle dedi (kıyıya vuran değil, yürürken koluna sarmaştığım). buluşmayı kaçırmış, şaşkın bir martı olduğunu düşündük bu seferkinin. hatta ben daha ileri gidip "belki bugün onların senede bir günüydü" dedim. deniz beni ne zaman ciddiye alıp ne zaman almayacağını gayet güzel ve kolaylıkla öğrenmeye başlamış biri olarak en doğru gülüşle savuşturdu zevzekliğimi.



12 Ağustos 2009 Çarşamba

ceki'yi seviyoruz

ceki. benim kazu'nun tüm çaçaronluğunun aksine süper beyefendi bir köpek. daha altı aylıkken öyleydi. ağır abi biraz. yumuşak. kazu işgüzarken, ceki biraz ekabir. labrador kırması. 2000 doğumlu. ocak sanırım. annemlere altı aylıkken geldi. şimdi 9 buçuk yaşında ve bir hafta10 gün önce katarakt oldu.

daha önce eser'in kör bir kedisi olmuştu. küçükken bulunmuştu, o zaman da kördü ve hep kör kaldı. ancak inanılmaz bir şekilde kör olduğunu anlamak neredeyse mümkün değildi. kendisi bile kör olduğunu bilmiyordu sanırım. biz aydınlık ve karanlığı farkettiğini düşünüyorduk. dur bakayım. o da 2000 yavrusuydu:) geçen sene gitti.

hayvanlar hakkatten çok daha barışık. yaşamla, ölümle, hastalıkla. ceki de yaygarasız kabullendi durumu. şimdi annemin deyimiyle biraz lap lap yürüyor, bir de görebilecekmiş gibi yürütürken gözlerini kocaman açıyor, ifadesi çok tuhaf, alışması zor.

artık ceki'yi yürütmek bambaşka bir ritüel. mesela sürekli konuşuyoruz:) bana kalırsa belki de yapmamak lazım. hayvancağız dile gelse "kafa bu be" der mi acaba diye düşünüyorum. vır vır vır kafa ütülüyor olabiliriz. yapmamak lazım diyorum ama bir yandan da kendimi hiç tutamıyorum. hayvanlarla konuşmak zaten süper matrak ve zevkli bir iştir, kendimi alamıyorum. tabi genelde dur ceki, yavaş, afferim oğlum! şeklinde ifadeler kullansam da gayet uzun cümleler kurduğum da oluyor.

ritüellerden en önemlisi ceki'yi benim kazu'dan sonra gezdirmek. onun kokusunu takip etmekten hoşlandığını varsayıyoruz. daha da önemlisi, özellikle erkek köpeklerin çiş yapma dürtüsünü, başka köpeklerin çiş kokusunun tetiklemesi. kazunun hiç bir eseri es geçilmiyor. territory, ceki'nin işaretiyle tartışmaya yer bırakmayacak şekilde belirleniyor.

hayvan besleyenler bilir, bu hayvan milleti konuşamasa da pek çok jest, mimik, sesle kendini gayet iyi ifade eder. şımaran köpek solumasını tanımamak mümkün değil. körlüğe alışmaya başladıktan sonra ceki, kazu'nun mirasını, kendi kokusuyla gizlediğini düşündüğü her seferden sonra, böyle bir gururlanma, bir şımarma haline bürünüyor. hani gözleri sağlamken de yapardı ama sanki şimdi daha muzaffer bir havası oluyor. bir de şu ayaklarıyla toprağı geriye itip, "heyyyttt burası benim" davranışı var ki, bugün farkettim, vurgulu afferimmm'lerle bunu artuk ben de tetikleyebiliyorum. genelde ne bileyim, kendi köpek hislerine uygun kriterlerdeki yerlerde bu hareketi yaparken, şimdi ben afferimm! dedikçe ufaktan yelteniyor. bayılıyorum.

bir çok erkek köpek gibi ceki de hacetini yerden yüksekçe şeylere doğru gidermekten keyif alıyor. patikanın kenarlarında büyümüş çalılar favori. ama aralarda taşlar da var. o çalılara sürtünerek geçerken biyerler saptamayı seviyor. işte bu noktada onu gezdirene duyduğu güven devreye giriyor. ilk günler kenarlara değdikçe uzaklaşmak eğilimindeydi. ama ben de annem ve babam gibi hayvanı bu keyfinden mahrum etmemek üzere onu uygun çalılara yakın geçirmeye çalıştığımızı farketti artık:) eskisi kadar ürkmüyor ve çalılara sürünüyor. arada önüne çıkan kayalar onu şaşırtmasın diye ufak jestler yapıyoruz. durmak, onu da durduruyor ya da yavaşlatıyor mesela. kişiyle aradaki mesafeyi açmamaya çalışıyor, bu durumda gezdiren yana açıldığında da bağını çekmeden, uyumlu bir şekilde açılmayı öğrenmeye başladı.

o bunlara alışmaka uğraşırken bizler dırdır konuşup duruyoruz. ben çokluk ipe sapa gelmez. "yahu ne kadar akıllıymış bu köpek" gibi "hatırladın mı oğlum burayı?" türünden lüzumsuz cümleleri bol bol sarfediyorum. şimdi babama sordum, o sadece işlevsel sözler söylüyormuş . rasyonel adam işte. laf kalabalığıyla kafa karıştırmayacak. anneme güvenim sonsuz anlamsız cümleler konusunda. yok o da minimal takılıyorsa biraz tuhaf hissedeceğim.

tatile çıkmadan önce Blindness/Körlük (2008) 'ü seyretmiştim. çok etkilemişti. nereden çıktığı belirsiz bir körlük salgını neredeyse medeniyetin sonunu getirir! filmi izleyince düşünüyorsun da, çok mümkün:) tabi insan olarak bunu fena abartıyorum, bizim baskın duyumuz görmek. köpeklerinse 3. baskın duyusu zannediyorum. ama yine de ceki, burnunu bir taşa vurabiliyor (temkinli olduğundan yavaşça). ama hani, her çalıdan, her taştan, aradan sıyrılmış odun parçasından yani her tehditten korumak öyle zor ki! ama o biraradalıkta, partnerlikte bunu becerince inanılmaz duygulanılıyor. inanılmaz bir şefkat ve şükran. ceki bana harika bir hediye veriyor gibi mutlu oluyorum her seferinde. bir ayrıcalığa sahipmişim gibi:)


10 Ağustos 2009 Pazartesi

evlilik karşıtı gevezelenme


Tanrılarımız biz işçilerini tohumladığında, (bkz. Anunnaki) en çok hayvanla aradaki farkı, “medeniyeti” yerleştirmeye uğraşmaktan bunalmışlardır. Yapmak da zorundalardı çünkü hayvanları çalıştıramazsın. Medeniyeti kurallarla, en çok da yasaklar ve cezalarla yönlendirmişler. Tarihe bakınca da en büyük başarıyı, tekeşlilik ve organize üremeyi yerleştirmede yakalamışlar gibi görünüyor. Sonraki tanrılar da emirler ve kitaplarla aileyi yüceltmeye devam etmiş. Öldürmeyeceksin!’i pek kaale almayan insan hayvanı, aileler kurmayı pekala benimsemiş. Hatta aile, medeniyetin olmazsa olmazı, onun vazgeçilemez en güçlü kurumu haline gelmiş. Tekeşlilikle işçilerinin konsantrasyon dağınıklığını, resmi evlilik müessesesi ile de “güvenlik” ihtiyacından doğan uysallığı sağlamayı pekala başarmışlar.

Çağdaş insan, kendini medeniyetin zirvesinde görse de, suları yataklarından etse, havada uçabilse, kendine tekrar tekrar değerler biçse de de aile kavramına dokunmayı aklına getirmedi. (Genetik bellek “boot” edilirken ilk o yazılmıştır belki.)

Anunnakilerimize faydamızın olduğu dönemler bitip gideli çok olsa da, yenilerini kalabalıklardan, çok uluslu şirketler olarak yükselttik ve onlar da selefleri (kendilerinden öncekiler) gibi ailenin bir tür düzen polisi olduğunu hemen fark ettiler. Evlilik kişiyi stabil kılar. Kişi evlenince “durulur”. Güvence ihtiyacı artar. Kuralların dışını merak etmeyi bırakıp, içeride kalarak kendi küçük sisteminin, dışarıya rağmen(!) devamını temine “çalışır”. Kapitalist devletler de, dev şirketler de aileyi yüceltir, özendirir bu yüzden. Evliliğin meşruiyeti tartışmaya zaten açık olmadığı halde roller; modernizm, özgürlük ve tüketim hazzıyla makyajlanıp modifiye edilir, reklamlarla beyne derinden nüfuz eder. ve yine bu yüzden özgürlükler ülkesi bile eşcinsel evliliklere izin vermez. kadına, erkeğe, çocuğa, bebeğe, hayvana özel ürünler bas bas bağırılırken, gay tüketici potansiyeline yok muamelesi yapılır, çünkü “evlat” yapıştırıcısını üretemeyen birlikteliklerin fertleri daha özgür ve daha cüretkar olabilirler. Cengaverce alternatif yaşamlar kurup çemberi kırabilirler. Daha da kötüsü “aile” olarak tanındıkları takdirde, bu koruyucu çatının altında sistemi içeriden çökertebilirler (maazallah!).

Marjinalliklerin tırmandığı, yeni felsefelerin filizlendiği, insanlık tarihinin sert dönüşler yaptığı zamanlarda evlilik kurumu da tartışılmıştır mutlaka, ancak bu tartışmalar, tuzu kuru egzotik felsefecilerin, bitli hippilerin, tü kaka anarşistlerin dilinde ölü doğmuş zevzeklikten başka bir şey olamamıştır.

Marjinalliğin de gayet popüler kültür sınırları içine düştüğü bu zamanda ise, en sivri kişiliklerin kendilerini evlilik konforuna teslim etmelerinde bir çelişki görmemeleri şaşırtmıyor bile. En playboy “uygun kadını” bulunca, en feminist “şoven olmayan” biriyle, en hoppa “durulduğunda”, entelektüel doğacak çocuğun hatrına, ey ahali eline mesleğini alıp askerliği de yaptıktan sonra. Herkes, illa ki “evlilik” yapacağı “bilgi”sine sahip. Kabul değil, hayır, hiç şüphesiz “bilgi”.



mmm, sadece bazen başka bir yol daha olabileceğini düşünüyorum. henüz akıl edemedik ama olması gerek. yen içerisine saklanmış, sözü edilmeyen "mahrumiyet ve fedakarlık zorunluluğu"nu ihtiva etmeyen bir yöntemin olabilmesi bana çok mümkün geliyor.

(çok ciddiyim)

12 Temmuz 2009 Pazar

rorschach'vari bir self-sağaltım


Korku filmlerindeki en dehşetli öğelerden biri, bedenin içine giren küçük kalabalık güruhtur. Mağdur ya da mağdure, inanamaz bakışlarını, öne doğru uzattığı elleri ve kollarında biçare gezdirirken, kamera bize onun gözlerinden bir bakışı lütfeder. Derinin hemen altındaki oraya buraya koşuşturan bir sürü kabartıyı görür, fena halde tiksiniriz, zira bundan ne kaçış, ne kurtuluş vardır ve kendi bedenin, düşman yatağı olmuştur. dehşetin son noktasıdır…

İşte bazen nereden çıktığı belirsiz darmadağınık öfke zerreleri aynen o düşman gibi tende karıncalanıyor ve onları alıp anlamlı uzun cümleler, mantıklı sebeplendirmeler haline getirmek üzere “bi dur” maya çalıştığında, daha da hızlı hareketlerle başka başka ruh hallerine dönüşüyorlar, avucunda yakalamaya çalıştığın su misali, parmaklarının arasından göz göre göre, akıp gidiyorlar ve geniş ayanla tutabildiğin o bir parça sıvıya karşılık tuhaf bir terk edilmişlik duygusuyla kalakalıyorsun.


Nereden çıktı.

Familyayla biraradalığın 10 günü geçmiş olmasından:

Familyanın iyi-kötü, şu-bu olmasıyla alâkasız olarak, bu özgür ruh çoook uzun zamandan beri kendi halinde olmaya alışkın olduğundan, kuşatılmış hissetmeye başladı muhtemelen.

İnsanların etraftaki sevgi yüklü varlığı, ortaklıkların, ihtiyaçların, zamanların ister istemez sürekli kesişmelere sebep olmasıyla, müdahaleden zerrece hoşlanmayan bünyende sanki sürekli bir dürtüklenmeye maruz kalıyor gibi hissediyorsun. Herhangi bir şekle bürünmeden, bir harekete geçmeden önce, etraftaki başkalarının varlıklarını fark edip, onlara göre, (yer, zaman) davranmak, orada değil burada oturmak, şu şeyin ortadan kalkmasını sağladıktan sonra öbürsüne başlamak, sesi biraz kısmak, içeriye kaçmak, dışarıya göçmek, seni çok yoruyor. Bir arada yaşamaya alışkın insanların farkında bile olmadan yaptıkları doğal tüm şeyleri, sen kendine çakmak zorunda kalıyorsun ve bu ekstra çaba seni zayıf düşürüyor.

Bunca abarttığından, hem dürtülmeleri (aslında seni dürten yok) hem yorgunluğu (bütün gün yaptığın “yorulacak” bişey yok), ancak tanımlayamadığın bir öfkenin ufak ufak, mayanın şekerli suda kudurmasınca küçük ama etkili öfke üretiyorsun. Daha da sevimsizi bu öfkeyi ne tam tanımlayıp bir şeye yönlendirebiliyorsun ne de lüzumsuzluğuna ikna olup, silip süpürebiliyorsun. Sakin kalmaya çalışıp, okuduğun kitaptan bir sayfa daha çevirirken, derinin altında kıpır kıpır edip, paragraflar arasında aklını ordan oraya, büyük harfle başlamayan, noktayla son bulamayan, bir yere varamayan cümlelerin taşkın sularına sürükleyip, zınk diye durduğunda her biri bir gölgeye kaçışarak, elle tutulur bir cümle, bir sebep, bir anlam bırakmadan ortalıkta, daha da yorulmuş bu zihnin, 2 dakika sonra geri almak üzere kitabı yana bırakmasına sebep oluyorlar. O kitabı tekrar eline alıyorsun, hiç bir şey olmamış gibi, çünkü o gölgeleri hissedebildiğin, ancak gözucunla bile göremediğin o 2 dakikada, gözlerini nereye diktiğinin bir anlamı bir önemi yok, ne de düşüncelerinin gittiği herhangi bir doğrultu. İpucu olmayan bir sherlock holmes gibi sebebi bir önceki paragrafın içerisinde aramak üzere sanal olay mahalline dönüyorsun, belki buradaki bir cümlenin çağrışımı, bir kelimenin tetiklemesiydi bu kısa hezeyan, onu geri dönüp bulmak lazım ki, yeter artık, olduğu gibi saçılsınlar heryere de toparlayayım, yere çarpsınlar beni ki, vurup ayağımı tırmanayım, ya da seveyim de oturup orada kalayım. Her neyse, her nasılsa, şeklini biçimini görüp kavrayayım…

Arada işte böyle, trajedi yaratmanın ayartıcılığına teslim olarak sebepleri kovalamaya devam edeyim

Bikaç gündür Terlik ve rüya sorunsalı.

Of, bu öfke kaynağı zaten yıllardır kendi başına varlığa dönüşmüş, ben onun kılıfıyım. Anahtarı, kilidi, kelepçesi hepsi benim, hepsi bende. Arada sırada sanırım, zayıf düştüğümde, peşpeşe birkaç rüya, ona bitişik gerçek hayattan bir katalizörle, içime sızar, sızım sızım sızıldar, atom bombasının havada asılı mantarı gibi elle tutulur ve tanıdıktır. Ondan bahsetmeye, açmaya, yaymaya, deşmeye gerek görmezsin, o senin kanserin, habis urundur, ehlileştirmedikçe kurtulamazsın. Sana eklediği, senden çıkarttığı, hepsi senindir, ve bir yandan tüm olumsuz görüntüsüne karşı seni ittirmiş, hareket ettirmiştir. Onu bilir, izlersin, tüm şekilleri “rorschach” gibi seni anlatır. O aslında bir sebep değil, sonuçtan az evvelidir. Ters gittiğini fark etmediğin şeyler olduğunda yüzeye çıkar, kolunu arkana çevirip öyle güzel burkar ki, duruşunu değiştirmen gerektiğini tüm bedeninle anlarsın.


Çirkindir (o yüzden çok güçlüdür). Büyütürsün, küçültürsün ama ipini kesip göndermezsin çünkü, işlevi budur, ve acıta acıta yapar görevini. Öfkeyle minnet duyarsın her badireden sonra, unutur gidersin bir sonraki sefere rüyana girene dek…


Yaşlılar ve kasvet:

Nedense yaşlılıktan, yaşlılardan bir kasvet yayılır gerçek hayatta. Gerçek hayatta diyorum , çünkü kitaplarda, filmlerde, dizilerde pekala şen yaşlılar vardır. Ve bunca sene ve tecrübeyi geride bırakınca insanın elinde en çok neşe kalması gerektiğine fena halde kanisin. Sen kanisin ama gerçek hayat her zamanki gibi başka telden çalıyor. Yıllarca başka başka yaşamların başka başka dertlerini aslında hep tek bir şeyden bahsettiklerini fark edemeden konuşmuş familya yaşlıları, ve onları ziyarete gelmiş başka başka çeşit çeşit orta yaşlılar, genç yaşlılar, onlar gibi yaşlılara tanık olup durmaktan yoruluyorsun. Müdahale arzun ve müdahale lüzumsuzluğu, üstüne müdahalenin kimin ne haddine olduğu gerçeğiyle, genel geçer saptamalar yaparak yırtmaya çalışıyorsun. Son yirmi yıldır, bir önceki yirmi yılı konuşup durmaktalar sanki ve sen anlamadığın sosyal bilimlerden saptamalarla ortalığa bir çeki düzen vermeye çalışıyorsun. Diyorsun ki bu sülalede (artık sınırı her nereden başlar merkezi nereye düşerse) üremeyle ilgili bir kırılma yaşandı ve bir kuşak doğamadan gümbürtüye gitti. Bundandır ki ortalıkta doğup büyüyen, koşup oynayan sabiler dikkati dağıtamadığından, aynı teraneler, yıllarca süren dizinin değişmeyen aynı kahramanları, taze kan olmaksızın döne dolaşa benzer maceralarla, ratingi yerle yeknesak, zevksiz bir diziyi iteleyip durmaktalar. Senin de sağlam bir köşesini işgal ettiğin bu çiftleşme ve üreme kırılması, seni boğan bu kasvetin sebeplerinden biri.

Sen seni boğanı doğuransın (elbette ve her zaman)


Hayat, hâd, emek, ve müdahale:

Yolda yürürken, yerde kocaman bir gazete parçası gördün, belli ki çöp, yolun ortasında bir işe yarıyor değil, hayata müdahale işte tam da oradadır, ve tam da o andır. Kişiselleştirmeden, eğil, al, at. Hepsi bu.

O gazete her şey olabilir. Her bir şey.

Gör, farkına var, ilişkilen, bunu yapmanın “o an” “senin” işin olduğunu kabul et, gerekli emeği ver, müdahale et. değiştir. İnsan değiştiren hayvan...


Etraf:

Etraf her zaman senin elini kolunu keser yanılsaması. Kimse kimseye bişey yapmaz. Ve de yapamaz. Ne de sen kimseye. Etraf da birçok sen hepitopu. Kendi böcüklerinden kurtulmaya çalışıp duran.

Kedi gibi kulaklarını arkaya dikip, tüylerin diken, bir yandan duyacağın tek bir sese, fark edeceğin tek bir harekete saldırmaya hazır bu gergin halden, yine bir kedi vazgeçişiyle sıyrıl. Git köşene ve bir güzel yalan.

Dürtüklemeler (sen öyle anlıyorsun) bırak devam etsinler, orada oturmayıp burada oturman gerekiyorsa (çünkü annen arkadaki dolaptan bişey alacakmış) tamam git başka yerde otur, acıkınca ye, susayınca iç, kazu kızı zaten bir 8 yıl neredeyse her sabah ve akşam gezdirdin, şimdi de gezdiriver, evet duşta baban var ve sen 10 dakika sonra girsen ölmezsin, ve bu 10 dakika armageddondan önceki 10 dakika değil, ve zaten senin de kıyamette pür-ü pak olmak gibi bir takıntın da yok. Ve evet insanlar yaşlanıyor, ve tekrar tekrar aynı şeyleri geveliyorlar, bu onları demek ki iyi hissettiriyor, onların adına kötü hissetmek ne haddine? Senin iki katın yaşanmışlıkla ne yapmaktan hoşlandıklarını sana mı soracaklar (senin yarın kadar yaşamış olsalardı da kendi keyiflerini sen mi daha iyi bilecektin) ve evet elbette hayata müdahale et, ama insanlara değil ve asla kat’a insanlara değil, onların senin “doğru” bulduğun müdahaleleri yapmadığı ama hep de “yanlış” bulduğun müdahaleleri yaptığı yargısını ve hatta tümden yargılamayı kes, (çok ayıp!), ve yargılanacak bişey de yok zaten, tabi ki biliyorsun, terlik-rüya sahibi başrolden düşmüş aktör altını çizmişti, “everything in its right place”


sentez

Mmmmh, evet.Daha iyisin. (şımarıksın sadece)


Şimdiiii:

Tamam bak: airbrush araştır, hatta al. şehre indiğinde boyaları da al, dedenin kaç zamandır istediği şu resmi yapın mügüyle, çünkü belki bunu yapmak için artık pek fazla zamanınız kalmadı…



10 Temmuz 2009 Cuma

köpek, rutin, ritüel ve türk kahvesi üzerine





rutin köpekleri mutlu eder. kendilerini muhtemelen güvende hissetmelerini sağladığından. her gün aynı saatte yürümeye çıkarırsın, her seferinde dünyaları bağışlamışsın gibi heyecanlanır. aynı şeyleri yemekten gına gelmez köpek milletine. aynı oyuncak, ilk anda keşfettiğince eğlencelidir her oynadığında. aynı yerde yatmayı tercih eder. aynı şeylere öfkelenip havlar.

yıllar yılları kovaladıkça neredeyse onlarınkine benzer bir minnetle kurup, neredeyse aşkla sarılıyorum rutinlerime. ancak insan köpeklerden fazla oyun sever. oyunlar da aslında kurallar silsilesidir. rutinlerini ritüellere dönüştürerek taçlandırır insan türü.

türk kahvesi, hazzın rutin ritüeline dönüştüğünde harikuladedir. her nedense, yetişkin olana dek reddettiğim oryantal hazlardan biridir türk kahvesi. ancak birkaç yıldır bir keyif ritüeline dönüştü. hazırlaması ve içmesiyle, hep birden.
fincanının boyutu, eşlikçi bir içecek olmasına engel olur. işte belki bu yüzden daha bir abartılır onun keyfi. bilgisayarda bişeyler yaparken bir yandan soğutarak içemezsin. ya da kitap okurken bir elinde türk kahvesi olması düşünülemez. türk kahvesi içerken, yaptığın sadece bundan ibaret olur ki bu kadar keyif almanın sebebi de tadıyla birlikte budur kesinlikle.

o küçücük fincanından yudumlarken kim ararsa arasın, çalan telefon sesi düşmandır. ya da dışarıdan herhangi bir alaka talebi. şeyler ya ondan önce ya da sonra halledilir. "şurayı toplayıp öyle içeyim kahvemi" "kahvemi içeyim de öyle telefon ederim" türk kahvesi hiçbir zaman "şu kahve" değildir mesela. illa ki "kahvem" dir.

tatil benimki gibi uzun olunca, bu tür rutin ritüellerin toplamı tam da tatil gibi hissettirebilir. (sıkıcılaşıyor muyum acaba?) mesela kışın tatili düşünürken, "ooooh, kahvaltıdan sonra bi güzel kahvemi içip..." cümleleri tatil ruhunu pek güzel anlatabilir. ve gizli takanak sahibi biri olarak sıkısıkıya, bir köpek coşkusuyla bu hazzı kaçırmamak tatilin küçük oyunlarından birine dönüşebilir. mmm, ve görülen o ki dönüşmekte de. hazzın bölünmeyeceğine emin olunacak şekilde, kişi sayısına göre seçerek tercihen bakır cezveyi, kahveyi hazırlamak, kabarmayı izlemek, ennn doğru zamanda köpüğünü almak, ve az bir taşım kaynatmak, hiç arttırmamak, eksik yapmamakla gurur duymak, köpüğünü bozmadan haz mekanına taşımak, önce birkaç yudum su ile lezzete hazırlanmak, sigaraya, çakmağa uzanmak, ilk nefes ve ilk yudumla kendi içine balıklama dalarak, bu minimum algıyla dopdolu, neredeyse meditatif bir farklındalıkla, telveye varmak, alışkanlıkla öğrenilmiş kadarında dur diyerek, fincanı yerine son kez bırakmak.

bu hazza, hazzı kavrayabilmeye, layıkıyla içebildiğim her bir fincana nasıl müteşekkirim...

6 Temmuz 2009 Pazartesi

bir tatil ne olmalı ne olmamalıdır

esasen tatili üç ayrı döneme ayırarak incelemekte büyük fayda görüyorum.

ancaaak, öncelikle huzur için elzem olan ve huzurun teminine engel olan unsurların listelenmesiyle başlayalım:



efektif tatil için olmazsa olmazlar:

1. sakin olunmalı.

ancak sakinliğin de türleri, şekilleri, şemalleri var anlaşılan, dışarıdan sakin görünmekle sakinlik temin edilemeyebiliyor.
kaygısız bir sakinlik hali üzerinde çalışılmalıdır. ("kaygı" konusunu ileride ayrıca ele alacağız)
öyle ise olası celallenme, telaş, panik durumları bir yana, gündelik normal hızımızı dahi bir tık düşürmeli ve muhtelif anlarda kendimize "dur, sakin, her ne yapıyor isem şunu aklımdan çıkarmayacağım ki, yangın yok, ne de civarda kan kaybından ölmekte olan biri, boğulanlar için üniversite şeysi bu sene zaten cankurtaran getirmiş, hoş bi çocuk, ocakta yemeğim var da yanıyor ise, bikaç adım daha yansa bişey olmaz" şeklinde telkinlerle beden ritmimizi tatil moduna almalıyız. bu esnada beynimiz içeriden tıngır mıngır sorunların üzerinde çalışmaya devam edecek (bkz. arkaplanda çalışan programlar) ve verdiğimiz kararların daha verimli olduğunu farkedeceğiz. (bulmacaları millet çözmeden hemen mi çözeyim, biyere saklar sonra mı çözerim? çiçekleri sulamalı mı? köpekleri mi gezdirsem yoksa mangalı yakmaya mı başlasam? rakı mı bira mı? vb.)



2.sükûnet ile gürültünün tercihinize göre harmanlanmış olmasına dikkat edin.
böyle bir imkan yok ise a)duymazdan gelin b)kendi gürültü ve ses düzeninizi oluşturun c)sakinliğinizi bozmadan keyfinizi bozanları hinlikle elimine edip edemeyeceğinize bir bakın. d)kafanızda, içinizde, efendime söyleyeyim, DUNE'da kahramanımızın annesi Jessica'nın bedeninde zehiri dönüştürmesi gibi, rahatsız eden yaygarayı sakin sakin, tatilin en doğal parçası kabulüne dönüştürerek bir üst level a geçebilirsiniz.

3. uyku iyi alınmalı
ihmal ettiğimiz bedeni memnun etme zamanıdır tatil. beden uykuya doyurulmalıdır. ancak elbette herkeslerin beden ritmleri, biyolojik saatleri, sonracıma, metabolizması farklı farklı olduğundan, uyku gereksinimleri de farklı olacaktır. kişi deneme yanılma ile, ya da önceki deneyimlerinden yola çıkarak kendisine uygun uyku süresini rahatça saptayabilir. ben 7 saatlik uykuyu öneriyorum ancak 10 saat uyusa da benim 7 saatlik uykumda şiştiğim kadar şişmeyen bünyeler de var. (çok su içelimi unutmayayım)


4. çok su içelim, detoks yapalım, meyve sebzeden ödün vermeyelim, ara öğün, ana öğünden büyük olmasın, terli terli soğuk suya uzmanlar bişey demiyo pek ama büyüklerin hatırına hadi içmeyelim, spor yapalım, lay lay lom (evet)

5. kitap, dergi, film, bulmaca gibi, konsantrasyon bütünleyici bir takım araçları el altında bulunduralım.
boşluğa düşen zihnin sağa sola koşuşturup yorulmasını önlemek açısından çok ciddi faydaları olan bu araçlara muhtelif oyunları da ekleyebiliriz. tabu, scrabble, monopoly gibi hazır oyunların yanısıra kendi kuracağımız oyunlar da iş görecektir. (oynarken hırsa kapılmamak, sık ve şen kahkahalar atmak tavsiye edilir.)

6. fiziksel aktiviteler düzenleyiniz.
bedenin meşguliyeti, zihne de fayda verir. öyle ise bulunduğunuz yerin koşullarına mukabil aktivitelerle bedeninizi mutlu ediniz. sizin bedeniniz de tüm diğerleri gibi önce itiraz eder gibi yapsa da tekrarlanan aktivitenin onu mutlu ettiğini kısa zamanda farkedeceksiniz. aktivitelerin kişinin "sakin" liğine hizmet edecek şekilde, serbest ya da düzenli periyotlarla tekrarlanması uygun olur (rutini seven bünyeler periyodik, rutini baskı unsuru gibi hisseden hassas bünyeler spontane). aynı uyku düzeninde değindiğimiz gibi bunu da kişi kendisi ya da birlikte olduğu tatil partnerleri ile belirleyecektir. ("denize gidelim mi janim?" "hoarg.." "tamam, zaten çok sıcak akşamüstü gideriz.")


huzura engel unsurlar:

1. kaygı: çağımızda ve muhtemelen gelmiş geçmiş tüm çağlarda insanoğlunu yemiş bitirmiş olan bu musibetin gücü, kişinin içerisinden filizlenip, kişi tarafından itinayla büyütülmesinden ileri gelir.
nasıl ki dağınık bir oda içimizi karartıyor ise, dağınık kaygı da elden ayaktan düşürür. öyleyse tatil matil demeden disiplinli bir şekilde kaygılarımızı bir güzel derleyip toplama vaktidir. hatta yukarıdakilerle temin ettiğimiz huzur hali ile çok daha kolay bu işin üstesinden gelebiliriz. yukarıdakilere rağmen huzur bulamadı isek, bunun muhtemel müsebbibi kaygı olacağından, onca zamandır beklediğimiz tatili ona yedirtmemek adına -ama unutmayın sakin sakin-çalışmalara başlayabiliriz.
önce derleme toparlama dedik. öğlen uykusu üzerine, eğer üşenmiyor isek kalem kağıt, kompüter ekranı vs ilen, üşeniyorsak, yattığımız yerde (serince olması tavsiye edilir) içimizden tane tane tartışarak, bizi kaygılandıran şeylerin listesini yapmak gerekir. listeyi oluşturup tamamlamamız burada önemli. sonradan aklımıza gelenleri de mutlaka listeye eklemeliyiz, aksi takdirde zihin odamızın yerlerini süpürmüş ancak tozunu almamış gibi oluruz hani.
listelemeden sonra çözümleme aşamasına gelmiş bulunuyoruz. her bir kaygı nesnesini bir güzel ele alır, sebebi, en kötü ihtimalleri, en iyi ihtimalleri, bizim yapabileceklerimizin sınırlarını, yapabileceklerimizin bağlı olduğu koşulları, koşulları oluşturmada elimizden gelebilecekleri ağır, sakin (kavun yenebilir, zihni açan müstesna meyvelerdendir) düşünür, tartışır, analiz eder, sıralarız ve artık bu konudaki herbişeye vakıf olduğumuzdan kaygılanmaya gerek kalmadığına kendimizi ikna ederiz. edemiyorsak kaygılanma bağımlısı olduğumuzdandır. ya inat ederiz, (sakin sakin) ya da teslim olur, onu da hayatın bi parçası olarak kabul eder, "bakarız yaww" deyip s.ktirederiz.

2. maddi imkansızlık: her şartta gidilecek bir yer, kalınacak bir takım eşdost vardır. yoksa fena sıçmışız, bu hayatta bizden bi halt olmaz demektir. tatilin ilk şartı uzaklaşmaktır ki, maddi şartların uygunsuzluğuna göre en azından bunu yapabilmenin yolunu bulmalı, güzergah ya da mesafe konusunda da imkanlara uygun davranıp, kaygı oluşturacak arayışlar içerisine girilmemelidir. hatta kafamızdan illa deniz, illa yayla şartlanmalarını söküp atmalı, tebdil-i mekandaki ferahlıkları keşfe çıkmakta tereddüt etmemeliyiz.
"süre" de çoğunlukla "mesafe" gibi paramızın miktarıyla doğru orantılıdır. bazen de işimiz gücümüz den araklayabildiğimiz izin de pek az olabilir. olsun. hır çıkarmadan olanı en etkili şekilde değerlendirip, 'bir sonraki seferi nasıl yapıp da daha uzak, daha uzun yaparız'ı düşünmeyi tatil dönüşüne bırakmak sizce de akıllıca olmayacak mıdır?


3. meteorolojik olumsuzluklar: (bu maddeyi annem söyledi) yağmurluk ve şemsiyeyle yaz tatiline çıkmayıp da pişman olanlarımız olmuştur. olmuştur da ölmüş müdür yani? olsun. yıllarca bunu millete ballandıra ballandıra anlatıcaksınız. eeee? daha ne?
doğanın süprizlerine nail olmak iyidir. (bkz. afat vermesin)

4. hasta olmak: 12 iğne yediğimi bilirim, boğazlarım şiş ağustos sıcağında titreyerek yatıp bütün gün... etrafta ilgilenecek birileri varsa ve bu işi severek yapıyorsa bence tadını çıkartın. yoksa kendinizi zorlayıp iyi beslenin, nazlanmayın iyileşmeye bakın. ilk listenin beşinci maddesindeki kitap vs yorucu gelebilir ancak yine de zihin açıklık durumunuza göre kendinizi odaklayacak bişeyler bulun. ya da kendinizi kendinize odaklayarak, beden kırıklığınızın ritmiyle salınarak inleyin (inanılmaz zevkli) hastalığın tadını çıkarın.
(ay ay, hatta ne bademciği, bikaç yıl önce apandistimi aldılar, yazın göbeği. deniz kıyısında denize hasret kaldım. ama insanın eğer koşullar elinde değilse, teslimiyetin de bir hazzı vardır. tercihler sana ait değilse, hata da yapamazsın gibi...)

5. sevmediğiniz insanlara bağımlı olmak: (bu maddeyi de annem söyledi) yok artık! arkanızı dönün kaçın. bir daha da böyle eşeklik yapmayın. emin olun onlara da yazık. yuh yahu.



Tatilin 3 dönemi:

tatil süresi ne kadar olursa olsun mutlaka 3 temel döneme ayrılır.

1. dönem
tatilde olduğumuzu kavramaya çalıştığımız, tatil havasına girmeye başladığımız, sudan çıkmış balık alıklığındaki dönem.

tatilimizi şekillendiren dönemdir. bu dönemde tatil modumuzu azçok belirler, olası rutinleri (gazete ekmek, deniz, tv izleme, izlememe, gece hayatı, uyku saatleri ve düzenleri) oluşturur ya da rutin kavramını tümden bırakmaya karar veririz. ekstralar ("ay bi ara şirinceye gidip meyve şarabı alalım") da çokluk bu sıra önerilir.

2. dönem
tatilin ta kendisi...

tatilin oturduğu, sakinliğin ve tatildeyim kabulunun yerleştiği, rahatlığın atmosfere hakim olduğu doruk noktasıdır. ne kadar uzun tutulursa tatil bünyede o kadar etkili olur.

3. dönem
eyvah, amanınnn bitti bitiyor, gitti gidiyor tatil dönemi.

önceki listelerdeki olumlu-olumsuz hallerin baskınlığına göre kişiye tatilin yarısında tebelleş olabileceği gibi, son iki güne kadar da ertelenebilen bir dönemdir. ağır geçtiği takdirde, yapılmış caanım tatili bile heba edebilir. bünyeye yorgunluk ve bezginlik verir, mazallah tatillerden soğutur.
bu dönemi mümkün mertebe geciktirmek için sürekli "şu an" tatilde olduğumuzu kendimize hatırlatmakta fayda vardır. sonlara iyice yaklaşıldığında, artık ufak ufak toparlanmalar, son kez giyilecekler, artık şunu almayalım, bitmez kalır dediklerimizle falan birlikte "ama nasıl güzel dinlendik, deydi vallayi..." şeklinde tamamlayıcı cümleler kullanabilir, "amaaaan..." la başlayan cümlelerden uzak durmaya dikkat ederiz.

en ideal tatil 1. ve 3. dönemlerin mümkün mertebe kısa olduğu, 2. yani esas tatil döneminin, formüle edecek olur isek, 1 ve 3 cü dönemlerin toplamlarının en az 2 katı olduğu tatillerdir.