24 Ocak 2009 Cumartesi

TATİL



tatil diye bişey yoktur!
eğer hayattan bi mola çalabilirsem işte buna tatil derim ben.
tatil yanılsamadır.
yapma zorunluluklarında ufak bi değişiklik.

kendimden tatil yapabilirsem tatil derim ben buna.
benlikten sıyrılma tatili resmi bir tatil mi olurdu? dini bir tatil mi?

yeryüzünün herhangi bir noktasını kaplamama becerim olsaydı istediğim zaman, işte buna tatil derdim ben.
umut nerde? o bugün bu hayatta yok.
hım. tüh. neyse yarın ararım.

11 Ocak 2009 Pazar

baktığımda içimi zıplatan suratlar



bir adet james spader ve bir adet robert downey junior...
üstelik bu ikisi neredeyse veletkene tuff turf diye bi gençlik filminde birlikte oynamışlar. zannımca 19 yaşındalarken felan.
indirdim, salyalarıma hakim olarak izleyeceğim, her ne kadar artıkın 19 yaş benim attraction range imde değilse de bir süredir...

benziyorlar sanki biraz. hafif pörtlek göz. belki. uzunca ince surat. ince hatlar. aşağa bakan kirpiklere zaafımı zaten yüzyıl önce keşfetmiştim... anlamaz anlamlandıramaz bakış. sonunda keanu reeves i de sevdiysem sadece bundandır. matrix te...

bu arada adamcağızların neden 80 lerden deri ceketli ve birbirine bu kadar benzer karelerini koyduğum muammadır tarafımdan da... ki aslında bir robert downey junior şu halde çok daha harikulade değil midir?


bu adamların ikisi de gözlük kullanıyor ki allah allah demek ki miyop bakanları seviyoruz.
(bir nevi bakıp da görmeyenleri eheh)

8 Ocak 2009 Perşembe

eski bir borç


'93 baharı, olduça bluğ, oldukça serseri günlerden.
duygularla güdüldüğüm. hiçbişeyden korkmadığım. hiçbirşeyden kimseler bişey yapamaz. yapsalar bile bana bişey olmaz. sert, alaycı, maceraperest, ah iyi ki büyüdüm iyi ki...

20 yaşımdayım.

ankarada yaşamaktayım. gece bi arkadaşta kalmışım. achtung baby. sabah ile öğle arası. kalem ve bişeyler karalamakta olduğum kağıt parçaları. topuklu ayakkabılar. evde yalnızım. salondaki vitrinde hiç açılmamış bir çek votkası var. babasına hediye gelmiş.
sek bile leziz.
anlaşılmayacak kadar içip bırakacağım yerine. niyet ve akıbetin uyuşmazlığı. achtung baby ye back vokal.
yazıp zırvaladıklarım hatunda duruyo mudur acaba, masanın üzerinde bıraktım diye hatırlıyorum.

kaçta çıktım evden? öğleni geçmişti, çünkü çıktım ve hatunla karşılaştım. bilet verdi bana galiba çünkü ben ceplerimde bir türlü bulamıyordum biletimi.
otobüsün basamağına tırmandığımı, sağ tarafta tek kişilik bir koltuğa yerleştiğimi hatırlıyorum.
sonrası fade away, black out,turn off...

arada saliseler var. ağzımdan içeri bişeyler ittiriliyor. boğazım yanıyor.
yana döndürülüyorum
kusuyorum
saçım başım kusmuk, e o zamanlar saçlar uzun savura savura yürüyoruz.
başımda gençten bi adam. sakallı, koyu kumralla esmer arası. ince. şu özenli diksiyonlulardan.
ellerimi tutuyor.
biraz daha iyi olup ona güldüğümde "seni seviyorum" diyecek.
hemşire sendromu, eğer adı bu ise...

ama şahsım bizzat o halde dahi nasıl "güçlü" (bu iyicil bir güç olamaz), nasıl dalgacı.
gülüyorum ona. aciz gördü de duygusallaştı diye dalga geçiyorum. teşekkür faslı yapılıp bitmiş nasılolsa çoktan. minnet bluğ çağının duygusu deil. ne de saygı.
ama tuhaf işte tam da bundan hoşlanıyor o sanki.
pervasızlıktan. o gençliğin hükmettiği pervasızlık...
bugün bana nasıl korkunç geliyorsa, ona o kadar cazibeli.
aşkla uğurluyor beni, ev arkadaşımın verdiği parayı kabul etmiyor. telefon numaramı alıyor. veriyorum elbette. kolay elde edilmiş ilgisi hoşuma gidiyor.

günler sonra bir kere görüştük. ama o zaman dek çok konuştuk telefonda. aslında gizliden ben de hayal ettiğimi hatırlıyorum onu başucumda elimi tutmuş, salt şefkatten bir varlık gibi...

ama, öfkelendirdi beni.
bu kadar nedir kimdir olduğunu hiç bilmediği birine, bana "aşıklanması" kızdırdı. kendi yazdığı aman aman klişe aşk romanının baş aktirisi olmak istediğimi de nerden çıkarıyordu yahu?
bu ne densizlik, ne haddini bilmezlik ve hatta ah ne değer vermezlik o zaman.
elinde bi kalıp var. al birini eğ bük, sok onun içine.
ne farkeder namuslu, helal süt emmiş bi kız aramışsın görücü usulüyle, ya da alkol komasına girmiş bi kızı çekip çıkarmışsın bu ihtilaçlı hayattan? kurgu senin kurgun. diğeri nesnesi olmuş onun.
.......................

cortazar ın var aman allahım böyle bir öyküsü.
derhal bulayım...
ayakizlerinde adımlar da idi
kitabı bulamıyorum. geri almadım mı?
nette de baktım, emin olamadım ama galiba:
cortazar, ayakizlerinde adımlar, ışık değişikliği.

radyo seslendirmecisi adam, mektupla tanıştığı aşkını nasıl gözünde canlandırmışsa, yavaş yavaş o hale sokar...
...........................

dün gece Ien ve Sang çok sarhoş olmuşlar.
gece telefon geldi.
Ien i hastaneye götürdük. midesini yıkamadılar.
başında ben değil, diğer ev arkadaşım bekledi.
acil servis polisi pis adamın tekiydi.
görev-ödev vardı. üstüme düştüğü kadar yaptım, ama duygu yoktu. eksikti.
büyümekle verdiğim (belki herkes vermiyordur)firelerden biri sayılır belki bu hissiyatsızlaşma.
neyse.
bi tür ödevdi ve şikayet etmeden yapabildiğimi yaptım işte.
ve bugün, bunun tercih edilmeyecek bir zahmet olduğu dank etti.
yıllar öncesinden adamın birine fena halde borçlu hissettim kendimi.
ve sanki dün gece uykusuz kalarak, zinciri devam ettirdim, bayrak yarışını sürdürdüm, sıramı savdım gibi...
hatta suçluluk bile duyuyorum, ama yanımda ev arkadaşım vardı, hiç zorluk çekmedim diye:)
ah insan zihni, dimağı.

adını düşündüm. hakan gibi bişeydi sanırım. belki de bi murat. yani böyle sık bişey. ama bi mehmet değil sanki. a'lı bişey. hasan?
hakan'dı galiba. sanırım otuzlarının başlarındaydı.
aşk maşk zırvalıklarını bi yana bırakarak:

minnet, minnet.

mırr fotoğraf için teşekkürler hacalaki...

4 Ocak 2009 Pazar

yıl

zaman zaman,
zaman hızlı
zaman yavaş
ben bilmem bedenim bilir...
-

"lütiye'ye açık(!) mektup"


(prelude)
ey lütiye, my precious,
sana bu mektubu diye başlamadan, paradoksa bulaşmadan, yoldan ayrılıp keçiyollarına sapmadan mektuba devam edeceğim.

(serim)
ey lütiye, my löve,
bu dişinin, her bir diğer dişi gibi "lüzumsuz" temasla darmadağın olacağını bilmez misin? ah, bal gibi bilirsin elbet. o dokunuşların, bedenin ötesine geçtiğini bilmez misin? ah nasıl da bilirsin!

(seyirciye oynama)
lütiye, my pain-in vein-
ve şimdi, kendin için değil, bana bir hediye verir gibi, ve neredeyse bir lütuf, ama böyle vefa ile, sanki şefkat ile, sıcak tutsa da acısı yavaşça ancak azalacak ısırganotundan bir battaniyeye arzuyla, bilerek sarılmak gibi değil miydi ah sana dokunmak? o zaman bu nasıl vefa? nasıl bir şefkat?

(i do know, i really do)
everything's in its right place
(verstehe ich!)
lütiye, i miss,
ama bir ayna olması gerekmiyor mu? "benim" gibi oyunbaz mısın sen de? seyretmek seven? kurdun mu her bir "o" anda? nasıl da tanırım bu duygu arsızlığını! bu: his noksanlığına panzehir gibi konulan, ama yaramaz, hiç bir işe yaramaz, uzaklaşır uzaklaşmaz yokolur, kalmaz en tanıdık olan bile, asla asla cazip değildir, sadece kolay zaferler olduğu için değil, ah o eksik, ah o lanetlenmiş noksan, yaşamaya devam edecek kadar yeterlisindir de -işte o lanet- bir türlü tam değilsindir. baktığında görürsün de görmek istediğin o değildir. her bir oyunda aslında bu sefer farklı olsun diye dilersin ama noksanı çoktan tanımlamışsındır ve kimse yerini tutamaz, ne de zaten kimsenin kararına bırakılmamıştır.