28 Mayıs 2009 Perşembe

klima sorunsalı


yarın sabah evden çıkarken yanıma ince bir hırka almak zorundayım, çünkü havalar ısındığından beri sabah okula giderken otobüste donuyorum. bu sabah şoföre klimayı kapatmasını söylediğimde, "birileri aç diyo, birileri kapat diyo" şeklinde homurdandı. şöyle bir baktım, kısa kollu hemen herkes kollarını kavuşturmuş, diğerlerinin de üzeri, gömlek üstü hırka falan gibi bişeyler. saat sabahın 7 si, nasıl bir sıcak olabilir ki insanlar "klimağğğ, klimağğğ" diyerek benim donmamı anlamsızlaştırsın? geçen yaz iett ile yarım saatlik bir klimalı "lüks" otobüs yolculuğundan neredeyse titreyerek indim, sandaletli ayaklarım soğuktan dondu. adama ayarı biraz düşürmesini söylediğimde klimanın ayarının olmadığını beyan etti. bunlar da iett'ce "şu kadar klimalı otobüs yollardaaaaa!!!!" şeklinde biz tebaa ya bahşedilmiş otobüslerdendi.

kışlıkları kaldırmayı bir ritüel sayar, onları bir sonraki soğuklara kadar el altında tutmamaktan keyif duyarım. sağlıklı, sıhhatli bir insanım. ben de yaz göbeğinde klimalı bir hipermarkete girdiğimde "ohhh ne güsellll" şeklinde hazlardan haz beğenirim. ancaaak, eğer hani şöööyle uzun dolaşırsam yine üşümüş çıkarım oradan. dondurulmuş gıdaların orda titremeye yüz tutarım.

ortadoğu görgüsüzlüğü bence bu. "alın işte kardeşim size klima, sakınmıyoruz". fen derslerinde "oda sıcaklığı" olarak geçen 25 derecenin nesi var anlamıyorum. neden "ılık" değil de "serin" olmak zorunda? hakikatten, bi milyoncudan bir derece alıp, otobüste, marketlerde bir bakmak istiyorum, kaç derece oluyor?

hayır izlandalı falan değiliz ki kardeşim. onlar için 20 derece sıcaktır, yazdır...

bu, nesnenin insana hizmet ederken, katlanılması gereken bir "koşul" durumuna gelmesi oldum olası dumur sebebidir benim için. otobüste benim gibi üşüyenleri gördükçe (kaderlerine razı) ve mayıs ortasında, dışarıda olsalar giymeyecekleri hırkaların içerisindekileri, tepem atıyor resmen. "hey sen, klimayı kapat, siz! hırkaları çıkarın, gerek yok!" diye bas bas bağırmak geliyor içimden. ama gidip otobüs şoförünün yalandan düğmeleri elleyip, beni azarlamasına katlanmakla idare ediyorum. "eh, üstüme düşeni yaptım..."

bu konunun ciddiye alınmasını istiyorum. çok istiyorum. memleket çapında anketlerle tespitler yapılsın ve nesne insanın hükümranı değil, hizmetkarı olsun diyorum. ama kime diyorum hiç bilemiyorum...

24 Mayıs 2009 Pazar

ağırçekim

filmlerdeki yavaşlatılmış sahneleri severim. gerçekliğin en kırıldığı noktalardır onlar.
sinemanın kendisinin bir soyutlama ve hatta illüzyon olduğu söylenebilir tabi. ama yine de bana kalırsa gerçekliği kırmak en çok zamanı kırmaktır.

klişeler:

- çocukken zaman yavaş, büyüdükçe hızlı ve yaşlandıkça da su gibi akar geçer.
- keyifli birşey yaparken zaman hızlı geçer de zorunlu olduğumuz bişeyi yaparken geçmek bilmez.

eh ölümü kafaya takan bir canlı türü olduğumuzdan olsa gerek, gizli bir öfke ve tevekkül duyarız zamana. ikisinin de sebebi aynıdır. müdahale edilemezliği.

anlarda farkına varırız ancak. çok sevdiğimiz bişeyi hapır küpür yalayıp yuttuğumuzda keşke daha yavaş yeseydim deriz içerde bi yerde çok sessiz. sonunu koştura koştura getirdiğimiz bir kitabı birinin ilk kez okuyacağını duyduğumuzda imreniriz. ilk kez okuma hazzını aceleye getirdiğimiz fikri saklanır arkalarda biyerde. sanki mümkünmüş gibi iyi bir film için bile bunu deriz. bazen nefesimizi dinlerken sevişmemize.

ve lakin çok takarız çok. ama sessiz ve de şşşş, çaktırmadan.
cezalandırılmaktan korkumuza değil, zaman ya çok adildir ya da çok umursamaz, herkesten aynı akar.
mutlağa kafa tutacak kadar aptal olmak istemeyiz bi bakıma.

sandman'de bir öykü var. (neil gaiman)
adamımız dream (rüya tanrısı sandman olur kendisi) bikaç yüzyıl önce bir meyhanede otururken yan masanın konuşmalarına kulak misafiri olur. adamlardan biri ölümü altettiğini anlatmaktır. der ki insanlar kabullendikleri için ölüyorlar. kabul etmezlerse böyle bir gereklilik yoktur aslında. diğerleri tabi dalga geçerler. sandman bir fırsat bulup adamla konuşur, ciddi olup olmadığını sorar. adam ciddidir. bu isteğinde emin olup olmadığını sorar. emindir. sandman de adamla bir anlaşma yapar. adam istemediği mühletçe ölmeyecektir ve her yüz yılda bir ikisi buluşacaklar, adam deneyimlerini anlatacak, ve devam etmek isteyip istemediğini söyleyecektir.

yani diyorum ki, haddimizi aşma cesaretini bulsak, aptal olmaktan korkmasak?

(resimleri kocaman yükledim, tıklanıp okunabilir)




who wants to live forever?
yine bi film vardı, mmm, çok sade, çok küçük, harika bir film. tümü neredeyse tek mekanda geçiyordu, dur bakalım, bulmalı hemen...
evet "the man from earth" (2007)
imdb de 2007 nin ortalama puanı en yüksek 44. filmi olarak görünüyor. araya video oyunları ve filmleri girmese daha da yükselir.
filmde adamımız taşınmaktadır. bikaç arkadaşıyla bişeyler içerek vedalaşırlarken ortaya şu soruyu atar: "14000 yıldır yaşayan bir insan olsaydı neye benzerdi?”.
pek güzel, pek şenliklidir ve fena halde tavsiye edilir.


aklıma üstüste örnekler geliyor.
new amsterdam diye bir dizi peydahlandı bir de geçen yıl. 8 bölüm oynadı ve çat diye bitti, sonlanmadan. yayından kaldırıldı yani. sanırım amerikan izleyici pek tutmadı diziyi. eh bana soran da olmadı ki daha daha diyeyim...
onda da efenim pek uzun yüzyıllardır yaşamakta olan pek hoş, pek cazip ve de karizmatik bir dedektif vardı. keyifli olan kısımlardan biri şuydu ki dizide 50'li yaşlarında siyah bir bar sahibi vardı ve kendisi kahramanımızın oğlu idi. konuşmaları pek zevkli geçerdi. (aşağıda sağ ortada) bak özledim şimdi. tü kaka amerikalı izleyiciler.


neyse, zaman işte. güzeldir diyorum:)
allahtan durup burada highlander anlatmayacağım... kaç bölümdü o? 5? christopher lambert'in gitgide yaşlandığını görmekten duyduğum acı? of, her zaman "Subway"(1985) deki gibi kalamaz mıydı? (http://www.imdb.com/title/tt0090095/)


yaniyakim diyorum ki ben, "ağır"lamak gerek "an"ları. ağırdan almak, damağa yapıştırmak, yavaş yavaş eriterek tadını çıkartmak, tükenirken de zamana şükranları sunmak mesela...

(subway'i bir kere daha izleme vakti gelmiş)

olası bir başka konu: "aynı filmi defalarca izlemenin prensipleri" (olur mu olur)

23 Mayıs 2009 Cumartesi

yine tao sessizdir'den...

The Sage falls asleep not
Because he ought to
Nor even because he wants to
But because he is sleepy.

şöyle çevrilmiş:
bir bilge uykuya daldığında
ne böyle yapması gerektiği için
ne de böyle olmasını istediği için
yalnızca uykusu geldiği için uyur.
tao sessizdir, raymond m. smullyan

bir başka alıntı

"pirinç tarlasını korumaya çalışmasa da
davetsiz misafirlerden
aslında amaçsızca durmuyor
bostan korkuluğu"

tao sessizdir, raymond m. smullyan
(bukkoku kakushi'den alınmış)

4 Mayıs 2009 Pazartesi

bir alıntı

"aşkta huzursuzluk, kaygı, aşkın kendisi değildir. eğer huzursuzsan, kaygılıysan, tedirginsen, birşeyler olması gerektiği gibi değil demektir, yanlış yapılmış demektir. yoksa aşkın kendisi, neşe, sevinç doludur; kaygılardan ve tedirginliklerden uzaktır."

çernişevsky, nasıl yapmalı