4 Ocak 2016 Pazartesi

pazar gecesi


  • 2 gündür (2) saat 8 (yirmi) den önce online olmuyorum böylece
a) telefonumun şarjı uzun gidiyor
b) zihin dağınıklığımda %2-3 oranında derlenme toplanma sezinliyorum. ve yükseleceğine inancım tam
c) dünyanın bensiz de dönmeye devam etmesi acaba depresyona mı sebep olmalı rahatlamaya mı? şimdilik rahatladım diyebilirim.
d) blog yazmak ve illustratörde çalışmak online olmak demek değil. yazmak ve çizmek demek. bugün yazdım ve de çizdim diyebilirim, ki online iken bu pek nadir mümkün oluyor.

  • 2 gündür meditasyona oturuyorum. çok sıçramalı ama oturuyorum. oturmaya devam etmeye niyetliyim. (ayaklar öyle değil ama. bildiğin bağdaş)

  • bugün bloglarla uğraştım.
a) madem zihin sıçrama seviyor o zaman en azından hoplayıp zıplayacağı mecrayı şöyle bir güvenlik kordonu içerisine alayım da dahili ve harici çığrıdan çıkmaları azaltmak mümkün olsun. dedim.



şu kelimelerkifayetsize yazdım bugün. son okuduğum kitabı. aferim bana. ne varsa koydum içine ilişkilendirdiğim. okuyan olursa öncelikle, tamamladığını da varsayarak tüm metni, bir honolulu, hawai çiçek kolyesi hediye etmek isterim mesela.

asimetrik gamzelerim yok ama, niyet değil mi önemli olan?

b)illüstratör'ün önüne oturdum. otumadan önce baya bi neden acaba illüstratörün önüne oturmalıyım diye düşündüm. sonra dedim ki, çizmenin her türlüsü iyidir. önceden düşünmüş olduğum gibi, karalamalarımı dijitalize etmeye başladım. bunu yaparken en yalın olanları seçtiğim elbette dikkatimden kaçmadı ama canım yani bu kadar da sürekli insan kendisine yüklenir mi? yüklenmez.
ben de yaptığım ve beğendiğim şeyleri aydingaydong a yükledim. oh blog çalışmasını bugün 2 ledim.

c) kurcalamacayı da açtım. dedim ki dün gece the hours/saatler'i seyrettim ya ben. yazsam ya şuraya da oh mis gibi bişeyler, zaten her bi şeyleri unutup duruyorum artık bu nedir b vitamini eksikliği mi, erken bunama mı ilişkilenmeme mi diye işkillenip duracağına dedim. dedimse de meğer bi baktım ki kelimelerkifayetsiz beni tüketmiş, bitirmiş zaten. hoşuma gitti. tamam dedim. başka bir zaman da kurcalamacanı yaparsın.

çünkü buradan fısıldayıvereyim kelimelerkifayetsizin dönüştüğü şey kurcalamacaydı zaten. biri film, biri kitap. ama o çağrışım kovalama ruhu ilk oradan yürüdü. zihninin götürdüğü yere git bebeyim.

sonraaaaa,


  • kedilerle daha çok ilgileniyorum demek isterdim ama onlar benimle pek ilgilenmiyorlar. yani her şey yolunda. üstünüze 3. yü alıcam diyorum ama yalan tabi, üçüncünün aşısı, kakası, yemeği ve ilgisizliğiyle uğraşmaya cesaretim yok. ama gelene de git diyemem tebi.

hiç ilgimi çeken dizi yok. şu an. bu iyi bir şey. dizi diyetindeyim. kompüteri artık sadece tüketmek için kullanmıyorum. derken tabi bu da yalan. hakettim ben artık diyerek akşam geceye dönerken "and there were none"a bulaştım. 2 bölüm izledim. zaten o kadar yayınlandı.


bu diziyi ilk gördüğümde acayip sevip bayıldığım bir bilimkurgu olduğunu sanmıştım. kitaplardan dizi çekmeler biter mi? bitmez. nitekim bu da kitap uyarlamasıymış. biz 10 küçük zenci diye biliyoruz. sanıyorum orijinali de öyle. ve sanıyorum artık fena halde ırkçı kaldığından değiştirilmiş. zenci olan her şey "soldier"  yani "asker" olmuş dizide. zenci adası:asker adası, şiirdekiler de asker. gerçi izlediğim sitede çevirmen inatla zenci diye çevirmiş. ben bu tür şeylerin aynı kalması gerektiğine inananlardanım. "bir dönem işte böyle ayrımcılık yapılıyordu" demenin daha dürüst bir yol olduğunu düşünüyorum. (aha didaktik oldum işte)
bu da eh, sevdiğim bir kitaptır. birkaç kere okumuştum. neler olup bittiğini az çok hatırlamama rağmen çayımı yudumlayıp, güzelce izledim 2 bölüm. mini bir dizi olacak gibi görünüyor. spoiler vermek gibi olmasın ama öleceklerin yarısı öldü bile.

(sonradan aklıma geldi, ilerde bir zaman fena halde barış olduğunda da çok militarist bulup "asker"leri değiştirebilirler. değil mi ya. kıyamet olmadan insanlıktan ümit kesilmez!)

  • günü bitirirken feysbuka girdim. 2016 depresif başladı 2015'ten el alarak ama o depresyonu besleyecek değilim. uğraşıyorum işte yukarıda görüldüğü üzere ama her şey de benimle başlayıp benimle bitmiyor.  haberler son zamanlarda olduğu üzere yine kötü.
diyarbakır sur da kahvaltı sofrasında bir kadın roketatarla öldürüldü.


tuhaf bir mahalle baskısı olduğuna inanıyorum insanlarda. böyle bir şeyin olmasının gerekli olduğunu kim savunuyor olabilir ki?
insanlar, bu fotoğrafı, bu haberi, feysbuk duvarlarına koymuş olarak göremiyorlar kendilerini muhtemelen. onlar feysbuklarında "bu tür" haberler paylaşan insanlar değiller. kendi tanımlarıyla çelişmemek için ilişkilenmiyorlar diye düşünüyorum. korku, şu, bu değil. nasıl ilişkileneceklerini bilemiyorlar. eğer bunları paylaşırlarsa ve yine hiç bir şey değişmezse bununla nasıl başa çıkacaklarını da bilmiyorlar. düşünsenize, "onların dahi" bu tip haberleri paylaşması! bunun için bir garantiye ihtiyaçları var sanki. bunun bir şeyi değiştireceğini bilseler canı gönülden yapacaklar sanki. doğru safta yer almak istiyorlar. temiz kalmak istiyorlar. gelecekte zaman tünellerinde, feysbuk duvarlarında başarısız bir isyan, bastırılmış bir çığlık bırakmak istemiyorlar. "ben anlamam politikadan", "sanatçıyım ben", "ya üç günlük dünya ben mi kurtarıcam?", "spritüel dünyayla ilgiliyim, bu dünya ile kendimi kirletmem", "teörizm en kötü şey", "cumhuriyet çocuğuyum ben" ve bunun bir sürü versiyonunu söylemek daha kolay. çünkü tam bu tırnakların içindeki söylemler sayesinde onlara hiç bir zaman hiç bir şey olmayacak. sistemin dişlilerini koşturan, her biri benzersiz, her biri çok değerli binlerce, milyonlarca hamster.
daha politik olanların da pek farkı yok. aktivistlerin de. onlar de sistemin içerisinde. sistemin dışında olmak var mı ki? kredi kartı yok mu? nüfus cüzdanı? mail adresi? feysbuk? ama sanırım aktivistler biraz şöyle bir şey yapıyorlar, arada bir çevirdikleri çemberin içerisinde zıplıyorlar. belki diğer zıplayanlarla aynı anda denk geliriz de, belki bir yerlerde bir deprem olur, belki bu rayından çıkmış çark bozulur da hep birlikte tamir ederiz. belki yanlış dingildedir de doğrusuna eviririz zıplaya hoplaya diyerek öyle, arada bir sekteye uğratmaya çalışıyorlar çemberi. en azından zihinlerdeki mutlaklığını kırmak için. kendi zihinlerinde de mutlaklaşmasın diye, hiç olmazsa kendilerine hatırlatmak için belki.

"there is no spoon" bir nevi.
yaniyakim, kaşik da yoktur. yok.






1 Ocak 2016 Cuma

hepi niyüv yiır

yılın ilk günü:



salinger'in 'münzevi'liğinin ingilizcede nasıl kullanıldığını bulmaya çalışırken salinger sendromu diye bir şeye denk geldim.
20 yüzyılın salinger'i gönülçelen bir münzevi yazar iken 21. yüzyılın salinger sendromu şöyle bir şey ki adını bir philip salinger'den almış:
"internette gördüğü her bilgiyi doğru kabul etme hastalığı"

bu yeni bulgum üzerine çok gevelenmek istiyorum. sanıyorum ki acayip keyifle zevzeklenebilir, göndermeler yapabilirim. mis gibi zihin egzersizi olur.

olur ama bir başka zihin egzersizi buraya nasıl geldiğimi kurcalamak olur. neden şu anda ekranımda hem bloğum, hem tureng, hem imdb sayfasında chantal akerman, hem göstergebilim for dummies tadında bir ekşi sözlük entrisi, ve bittabi "how to avoid salinger syndrome?" başlıklı bir başka sekmenin açık olduğunu, üstelik acrobatta açık olan feminist film kuramını atlamadan, zihin sıçramalarını takip etmek daha zevkli sanki.

cümleyi bitirmeden mutfakta altı kapandığı için biraz ılındığı halde özlemle doldurulan bir fincan çayın araya girmesi, geçmişe, çok yakın geçmişe bu yolculuğa engel olacak mı acaba? olmuyor...

beri yanım da diyor ki, hadi tüm bu yolculukları boşver, sen ilk yolculuğuna devam et, kır dizini metnini oku.

daha geride, sürüngen beynime yakın bir yer de diyor ki, canım bedenzihincanlı, sen değil misin bikaç saat önce şu kumaşlardan yapayım çanta diye gidip yatağın altına depoladığın kumaşlardan kumaş beğenen, onları seçmeden önce internette kendin yap sitelerinden çanta modelleri beğenen, ya da hiçbirini beğenmeyip, kendi çantamı kendim tasarlarım artizliğine soyunan ve bundan önce bu çanta meselesini sana çağrıştıran arnavutluk seyahatine yakın para işlerini batırdığın için çantaya para vermeme fikri banyoda aklına geldiğinden değil miydi ve sen hani bugün dijital dünyaya hiç bulaşmadan sadece elinde Banu'nun İrem aracılığıyla sana ödünç verdiği 2006 lonely planet batı balkanlar kitabından en analog halde arnavutluk tiran ve civarda gidebileceğin yerleri incelemeyecek miydin de buraya nasıl geldin acaba yine ellerin klavyede, ha aferin tam bu saniyede aklın başka yerlere uçmayı bırakmış tam şimdi tam buradasın? of.

çay almaya gittğimde sesli söyledim "acaba insan aklı bu kadar darmadağınıkken nasıl hayatta kalmayı başarabilir?" Ev arkadaşım dedi ki, "başkalarının öyle değil miymiş?" dedim ki "evet, doğru, herkese bir başkası hep daha doğru görünür" dedim. dedim ama işte tüm zihinbedencanlılar gibi bu zihinbedebcanlı da sanki bir şeyler sadece ve sadece kendisine özgü olabilirmiş gibi hissedip düşünmeyi, kendini kayırmayı seviyor. zihnim darmadağınık! ve eğer sadece ben böyle değil isem, ve herkesin darmadağınık ise ve tüm diğer insanlar bununla başa çıkabiliyorlarsa bu  bu...  ama bir dakika, bu da kendini ayırmaya bir eğilimin dışa vurumu mu yoksa. belki herkes zaman zaman sadece böyle (didaktikleşmekten korkmaya başladım)

yetenek sınavlarına hazırlanırken şunu fark eder çoğu kişi: "bariz orantı vb hataları yoksa, başkasının çizgisi kendi çizginden hep 'güzel'dir, 'eğitim'lidir, 'karakteristik'tir, 'artistik'tir". ev arkadaşıma doğru önerme tadında yumurtladığım şey buradan gelir. hep "başkası" daha doğru, hakiki ve vb ve vb gibi hissedilebilir.

ılık çayım bu noktada biraz daha ılınmış ama yudumdan aldığım zevk yerinde.

salinger in münzevisine şöyle varmıştım. of amanın buna yeni paragraf istiyorum:

bir grup kuruldu. nefis ve tadından yenmez. kadın filmleri izleyip feminist sinema üzerine okumalar ve sohbetler yapıcaz. ben de okumaya başlayayım dedim ve önerilen metinlerden birine acrobatımı açıp, ekran karşısında (okuma işi ekranda yapılsa da analog br iştir hala) elimde digital kalem alt çizmek için, okumaya başladım. 3. sayfası:


bu paragrafı okurken, zaten metin de bana kalırsa sıçramalı, onu okuyan benim zihnim de, metin çok şeyi az özetleyip konuya gelmeye çalıştığından, zihin, malumunuz sırf sıçramanın kendisini sevdiğinden. kadın meselesini bir kenara bırakmış sayfanın kenarına şöyle bir not alırken buldum kendimi:

okuyamayanlar için:

"sanki 20. yüzyılın değerini bilememişiz gibi geldi. radyo, sinema, televizyon. onları analiz edemeden sindiremeden bir sonraki aşamaya geçtik ve tekamül olasılığını sanki başka bir evrimle takas ettik. can i be a "

işte o "can i be a..." benim bazı şeyleri söylemekten utandığımda ingilizce söyleme salaklığımdan kaynaklanıyor. ingilizce söyleyince utanmayacakmışım bunu diyen kendimden gibi, zira kendikendime konuşmalarımda olan bir durumdan bahsediyoruz. başkalarıyla konuşurken 1. utanacağım şeyler söylemiyorum (eğer elimden gelirse). 2. eğer illa da söylersem onu ingilizce söylemiyorum. işte durum bu. kadın meselesinden, kendimi evrimini ıskalamış bir dünyada yaşayan biri olarak tanımlayıp, -ha buradaki eogosantirik şenlik çeşitliliğine kendi başıma ingilizce olarak girsem daha iyi olacak- boyumu aşan bu durumdan köprüden sonraki son çıkıştan önce -yeri gelmese de kullandım- kendimi araklamak için münzevi olmaya karar verme olasılığını kurcalıyorum!

yazıyı ağırlaştırmak istemem ama bir yaşam biçimi olarak münzevilik üzerine düşünmeye başladığımı da buradan ele güne haber vermiş oluyorum galiba ama yani bu bir süreç tabi sanırım, zannımca ve zaten benim her bir fırsatta yeni büyük radikal karar verme maymun iştahlılığımla bu durumda çok da ciddiye alınacak bi şey yok.

hem yeni bir yılın tam da ilk gününde, alkol ertesi insan bir miktar zihin dağınıklığı, yeni kararlar verme eğilimini bünyesinde taşır.

bu kadar. bu günlük. şu metni okumak istiyorum gerçekten. sonra da şu resimdekinden yapıcam.