12 Temmuz 2009 Pazar

rorschach'vari bir self-sağaltım


Korku filmlerindeki en dehşetli öğelerden biri, bedenin içine giren küçük kalabalık güruhtur. Mağdur ya da mağdure, inanamaz bakışlarını, öne doğru uzattığı elleri ve kollarında biçare gezdirirken, kamera bize onun gözlerinden bir bakışı lütfeder. Derinin hemen altındaki oraya buraya koşuşturan bir sürü kabartıyı görür, fena halde tiksiniriz, zira bundan ne kaçış, ne kurtuluş vardır ve kendi bedenin, düşman yatağı olmuştur. dehşetin son noktasıdır…

İşte bazen nereden çıktığı belirsiz darmadağınık öfke zerreleri aynen o düşman gibi tende karıncalanıyor ve onları alıp anlamlı uzun cümleler, mantıklı sebeplendirmeler haline getirmek üzere “bi dur” maya çalıştığında, daha da hızlı hareketlerle başka başka ruh hallerine dönüşüyorlar, avucunda yakalamaya çalıştığın su misali, parmaklarının arasından göz göre göre, akıp gidiyorlar ve geniş ayanla tutabildiğin o bir parça sıvıya karşılık tuhaf bir terk edilmişlik duygusuyla kalakalıyorsun.


Nereden çıktı.

Familyayla biraradalığın 10 günü geçmiş olmasından:

Familyanın iyi-kötü, şu-bu olmasıyla alâkasız olarak, bu özgür ruh çoook uzun zamandan beri kendi halinde olmaya alışkın olduğundan, kuşatılmış hissetmeye başladı muhtemelen.

İnsanların etraftaki sevgi yüklü varlığı, ortaklıkların, ihtiyaçların, zamanların ister istemez sürekli kesişmelere sebep olmasıyla, müdahaleden zerrece hoşlanmayan bünyende sanki sürekli bir dürtüklenmeye maruz kalıyor gibi hissediyorsun. Herhangi bir şekle bürünmeden, bir harekete geçmeden önce, etraftaki başkalarının varlıklarını fark edip, onlara göre, (yer, zaman) davranmak, orada değil burada oturmak, şu şeyin ortadan kalkmasını sağladıktan sonra öbürsüne başlamak, sesi biraz kısmak, içeriye kaçmak, dışarıya göçmek, seni çok yoruyor. Bir arada yaşamaya alışkın insanların farkında bile olmadan yaptıkları doğal tüm şeyleri, sen kendine çakmak zorunda kalıyorsun ve bu ekstra çaba seni zayıf düşürüyor.

Bunca abarttığından, hem dürtülmeleri (aslında seni dürten yok) hem yorgunluğu (bütün gün yaptığın “yorulacak” bişey yok), ancak tanımlayamadığın bir öfkenin ufak ufak, mayanın şekerli suda kudurmasınca küçük ama etkili öfke üretiyorsun. Daha da sevimsizi bu öfkeyi ne tam tanımlayıp bir şeye yönlendirebiliyorsun ne de lüzumsuzluğuna ikna olup, silip süpürebiliyorsun. Sakin kalmaya çalışıp, okuduğun kitaptan bir sayfa daha çevirirken, derinin altında kıpır kıpır edip, paragraflar arasında aklını ordan oraya, büyük harfle başlamayan, noktayla son bulamayan, bir yere varamayan cümlelerin taşkın sularına sürükleyip, zınk diye durduğunda her biri bir gölgeye kaçışarak, elle tutulur bir cümle, bir sebep, bir anlam bırakmadan ortalıkta, daha da yorulmuş bu zihnin, 2 dakika sonra geri almak üzere kitabı yana bırakmasına sebep oluyorlar. O kitabı tekrar eline alıyorsun, hiç bir şey olmamış gibi, çünkü o gölgeleri hissedebildiğin, ancak gözucunla bile göremediğin o 2 dakikada, gözlerini nereye diktiğinin bir anlamı bir önemi yok, ne de düşüncelerinin gittiği herhangi bir doğrultu. İpucu olmayan bir sherlock holmes gibi sebebi bir önceki paragrafın içerisinde aramak üzere sanal olay mahalline dönüyorsun, belki buradaki bir cümlenin çağrışımı, bir kelimenin tetiklemesiydi bu kısa hezeyan, onu geri dönüp bulmak lazım ki, yeter artık, olduğu gibi saçılsınlar heryere de toparlayayım, yere çarpsınlar beni ki, vurup ayağımı tırmanayım, ya da seveyim de oturup orada kalayım. Her neyse, her nasılsa, şeklini biçimini görüp kavrayayım…

Arada işte böyle, trajedi yaratmanın ayartıcılığına teslim olarak sebepleri kovalamaya devam edeyim

Bikaç gündür Terlik ve rüya sorunsalı.

Of, bu öfke kaynağı zaten yıllardır kendi başına varlığa dönüşmüş, ben onun kılıfıyım. Anahtarı, kilidi, kelepçesi hepsi benim, hepsi bende. Arada sırada sanırım, zayıf düştüğümde, peşpeşe birkaç rüya, ona bitişik gerçek hayattan bir katalizörle, içime sızar, sızım sızım sızıldar, atom bombasının havada asılı mantarı gibi elle tutulur ve tanıdıktır. Ondan bahsetmeye, açmaya, yaymaya, deşmeye gerek görmezsin, o senin kanserin, habis urundur, ehlileştirmedikçe kurtulamazsın. Sana eklediği, senden çıkarttığı, hepsi senindir, ve bir yandan tüm olumsuz görüntüsüne karşı seni ittirmiş, hareket ettirmiştir. Onu bilir, izlersin, tüm şekilleri “rorschach” gibi seni anlatır. O aslında bir sebep değil, sonuçtan az evvelidir. Ters gittiğini fark etmediğin şeyler olduğunda yüzeye çıkar, kolunu arkana çevirip öyle güzel burkar ki, duruşunu değiştirmen gerektiğini tüm bedeninle anlarsın.


Çirkindir (o yüzden çok güçlüdür). Büyütürsün, küçültürsün ama ipini kesip göndermezsin çünkü, işlevi budur, ve acıta acıta yapar görevini. Öfkeyle minnet duyarsın her badireden sonra, unutur gidersin bir sonraki sefere rüyana girene dek…


Yaşlılar ve kasvet:

Nedense yaşlılıktan, yaşlılardan bir kasvet yayılır gerçek hayatta. Gerçek hayatta diyorum , çünkü kitaplarda, filmlerde, dizilerde pekala şen yaşlılar vardır. Ve bunca sene ve tecrübeyi geride bırakınca insanın elinde en çok neşe kalması gerektiğine fena halde kanisin. Sen kanisin ama gerçek hayat her zamanki gibi başka telden çalıyor. Yıllarca başka başka yaşamların başka başka dertlerini aslında hep tek bir şeyden bahsettiklerini fark edemeden konuşmuş familya yaşlıları, ve onları ziyarete gelmiş başka başka çeşit çeşit orta yaşlılar, genç yaşlılar, onlar gibi yaşlılara tanık olup durmaktan yoruluyorsun. Müdahale arzun ve müdahale lüzumsuzluğu, üstüne müdahalenin kimin ne haddine olduğu gerçeğiyle, genel geçer saptamalar yaparak yırtmaya çalışıyorsun. Son yirmi yıldır, bir önceki yirmi yılı konuşup durmaktalar sanki ve sen anlamadığın sosyal bilimlerden saptamalarla ortalığa bir çeki düzen vermeye çalışıyorsun. Diyorsun ki bu sülalede (artık sınırı her nereden başlar merkezi nereye düşerse) üremeyle ilgili bir kırılma yaşandı ve bir kuşak doğamadan gümbürtüye gitti. Bundandır ki ortalıkta doğup büyüyen, koşup oynayan sabiler dikkati dağıtamadığından, aynı teraneler, yıllarca süren dizinin değişmeyen aynı kahramanları, taze kan olmaksızın döne dolaşa benzer maceralarla, ratingi yerle yeknesak, zevksiz bir diziyi iteleyip durmaktalar. Senin de sağlam bir köşesini işgal ettiğin bu çiftleşme ve üreme kırılması, seni boğan bu kasvetin sebeplerinden biri.

Sen seni boğanı doğuransın (elbette ve her zaman)


Hayat, hâd, emek, ve müdahale:

Yolda yürürken, yerde kocaman bir gazete parçası gördün, belli ki çöp, yolun ortasında bir işe yarıyor değil, hayata müdahale işte tam da oradadır, ve tam da o andır. Kişiselleştirmeden, eğil, al, at. Hepsi bu.

O gazete her şey olabilir. Her bir şey.

Gör, farkına var, ilişkilen, bunu yapmanın “o an” “senin” işin olduğunu kabul et, gerekli emeği ver, müdahale et. değiştir. İnsan değiştiren hayvan...


Etraf:

Etraf her zaman senin elini kolunu keser yanılsaması. Kimse kimseye bişey yapmaz. Ve de yapamaz. Ne de sen kimseye. Etraf da birçok sen hepitopu. Kendi böcüklerinden kurtulmaya çalışıp duran.

Kedi gibi kulaklarını arkaya dikip, tüylerin diken, bir yandan duyacağın tek bir sese, fark edeceğin tek bir harekete saldırmaya hazır bu gergin halden, yine bir kedi vazgeçişiyle sıyrıl. Git köşene ve bir güzel yalan.

Dürtüklemeler (sen öyle anlıyorsun) bırak devam etsinler, orada oturmayıp burada oturman gerekiyorsa (çünkü annen arkadaki dolaptan bişey alacakmış) tamam git başka yerde otur, acıkınca ye, susayınca iç, kazu kızı zaten bir 8 yıl neredeyse her sabah ve akşam gezdirdin, şimdi de gezdiriver, evet duşta baban var ve sen 10 dakika sonra girsen ölmezsin, ve bu 10 dakika armageddondan önceki 10 dakika değil, ve zaten senin de kıyamette pür-ü pak olmak gibi bir takıntın da yok. Ve evet insanlar yaşlanıyor, ve tekrar tekrar aynı şeyleri geveliyorlar, bu onları demek ki iyi hissettiriyor, onların adına kötü hissetmek ne haddine? Senin iki katın yaşanmışlıkla ne yapmaktan hoşlandıklarını sana mı soracaklar (senin yarın kadar yaşamış olsalardı da kendi keyiflerini sen mi daha iyi bilecektin) ve evet elbette hayata müdahale et, ama insanlara değil ve asla kat’a insanlara değil, onların senin “doğru” bulduğun müdahaleleri yapmadığı ama hep de “yanlış” bulduğun müdahaleleri yaptığı yargısını ve hatta tümden yargılamayı kes, (çok ayıp!), ve yargılanacak bişey de yok zaten, tabi ki biliyorsun, terlik-rüya sahibi başrolden düşmüş aktör altını çizmişti, “everything in its right place”


sentez

Mmmmh, evet.Daha iyisin. (şımarıksın sadece)


Şimdiiii:

Tamam bak: airbrush araştır, hatta al. şehre indiğinde boyaları da al, dedenin kaç zamandır istediği şu resmi yapın mügüyle, çünkü belki bunu yapmak için artık pek fazla zamanınız kalmadı…



10 Temmuz 2009 Cuma

köpek, rutin, ritüel ve türk kahvesi üzerine





rutin köpekleri mutlu eder. kendilerini muhtemelen güvende hissetmelerini sağladığından. her gün aynı saatte yürümeye çıkarırsın, her seferinde dünyaları bağışlamışsın gibi heyecanlanır. aynı şeyleri yemekten gına gelmez köpek milletine. aynı oyuncak, ilk anda keşfettiğince eğlencelidir her oynadığında. aynı yerde yatmayı tercih eder. aynı şeylere öfkelenip havlar.

yıllar yılları kovaladıkça neredeyse onlarınkine benzer bir minnetle kurup, neredeyse aşkla sarılıyorum rutinlerime. ancak insan köpeklerden fazla oyun sever. oyunlar da aslında kurallar silsilesidir. rutinlerini ritüellere dönüştürerek taçlandırır insan türü.

türk kahvesi, hazzın rutin ritüeline dönüştüğünde harikuladedir. her nedense, yetişkin olana dek reddettiğim oryantal hazlardan biridir türk kahvesi. ancak birkaç yıldır bir keyif ritüeline dönüştü. hazırlaması ve içmesiyle, hep birden.
fincanının boyutu, eşlikçi bir içecek olmasına engel olur. işte belki bu yüzden daha bir abartılır onun keyfi. bilgisayarda bişeyler yaparken bir yandan soğutarak içemezsin. ya da kitap okurken bir elinde türk kahvesi olması düşünülemez. türk kahvesi içerken, yaptığın sadece bundan ibaret olur ki bu kadar keyif almanın sebebi de tadıyla birlikte budur kesinlikle.

o küçücük fincanından yudumlarken kim ararsa arasın, çalan telefon sesi düşmandır. ya da dışarıdan herhangi bir alaka talebi. şeyler ya ondan önce ya da sonra halledilir. "şurayı toplayıp öyle içeyim kahvemi" "kahvemi içeyim de öyle telefon ederim" türk kahvesi hiçbir zaman "şu kahve" değildir mesela. illa ki "kahvem" dir.

tatil benimki gibi uzun olunca, bu tür rutin ritüellerin toplamı tam da tatil gibi hissettirebilir. (sıkıcılaşıyor muyum acaba?) mesela kışın tatili düşünürken, "ooooh, kahvaltıdan sonra bi güzel kahvemi içip..." cümleleri tatil ruhunu pek güzel anlatabilir. ve gizli takanak sahibi biri olarak sıkısıkıya, bir köpek coşkusuyla bu hazzı kaçırmamak tatilin küçük oyunlarından birine dönüşebilir. mmm, ve görülen o ki dönüşmekte de. hazzın bölünmeyeceğine emin olunacak şekilde, kişi sayısına göre seçerek tercihen bakır cezveyi, kahveyi hazırlamak, kabarmayı izlemek, ennn doğru zamanda köpüğünü almak, ve az bir taşım kaynatmak, hiç arttırmamak, eksik yapmamakla gurur duymak, köpüğünü bozmadan haz mekanına taşımak, önce birkaç yudum su ile lezzete hazırlanmak, sigaraya, çakmağa uzanmak, ilk nefes ve ilk yudumla kendi içine balıklama dalarak, bu minimum algıyla dopdolu, neredeyse meditatif bir farklındalıkla, telveye varmak, alışkanlıkla öğrenilmiş kadarında dur diyerek, fincanı yerine son kez bırakmak.

bu hazza, hazzı kavrayabilmeye, layıkıyla içebildiğim her bir fincana nasıl müteşekkirim...

6 Temmuz 2009 Pazartesi

bir tatil ne olmalı ne olmamalıdır

esasen tatili üç ayrı döneme ayırarak incelemekte büyük fayda görüyorum.

ancaaak, öncelikle huzur için elzem olan ve huzurun teminine engel olan unsurların listelenmesiyle başlayalım:



efektif tatil için olmazsa olmazlar:

1. sakin olunmalı.

ancak sakinliğin de türleri, şekilleri, şemalleri var anlaşılan, dışarıdan sakin görünmekle sakinlik temin edilemeyebiliyor.
kaygısız bir sakinlik hali üzerinde çalışılmalıdır. ("kaygı" konusunu ileride ayrıca ele alacağız)
öyle ise olası celallenme, telaş, panik durumları bir yana, gündelik normal hızımızı dahi bir tık düşürmeli ve muhtelif anlarda kendimize "dur, sakin, her ne yapıyor isem şunu aklımdan çıkarmayacağım ki, yangın yok, ne de civarda kan kaybından ölmekte olan biri, boğulanlar için üniversite şeysi bu sene zaten cankurtaran getirmiş, hoş bi çocuk, ocakta yemeğim var da yanıyor ise, bikaç adım daha yansa bişey olmaz" şeklinde telkinlerle beden ritmimizi tatil moduna almalıyız. bu esnada beynimiz içeriden tıngır mıngır sorunların üzerinde çalışmaya devam edecek (bkz. arkaplanda çalışan programlar) ve verdiğimiz kararların daha verimli olduğunu farkedeceğiz. (bulmacaları millet çözmeden hemen mi çözeyim, biyere saklar sonra mı çözerim? çiçekleri sulamalı mı? köpekleri mi gezdirsem yoksa mangalı yakmaya mı başlasam? rakı mı bira mı? vb.)



2.sükûnet ile gürültünün tercihinize göre harmanlanmış olmasına dikkat edin.
böyle bir imkan yok ise a)duymazdan gelin b)kendi gürültü ve ses düzeninizi oluşturun c)sakinliğinizi bozmadan keyfinizi bozanları hinlikle elimine edip edemeyeceğinize bir bakın. d)kafanızda, içinizde, efendime söyleyeyim, DUNE'da kahramanımızın annesi Jessica'nın bedeninde zehiri dönüştürmesi gibi, rahatsız eden yaygarayı sakin sakin, tatilin en doğal parçası kabulüne dönüştürerek bir üst level a geçebilirsiniz.

3. uyku iyi alınmalı
ihmal ettiğimiz bedeni memnun etme zamanıdır tatil. beden uykuya doyurulmalıdır. ancak elbette herkeslerin beden ritmleri, biyolojik saatleri, sonracıma, metabolizması farklı farklı olduğundan, uyku gereksinimleri de farklı olacaktır. kişi deneme yanılma ile, ya da önceki deneyimlerinden yola çıkarak kendisine uygun uyku süresini rahatça saptayabilir. ben 7 saatlik uykuyu öneriyorum ancak 10 saat uyusa da benim 7 saatlik uykumda şiştiğim kadar şişmeyen bünyeler de var. (çok su içelimi unutmayayım)


4. çok su içelim, detoks yapalım, meyve sebzeden ödün vermeyelim, ara öğün, ana öğünden büyük olmasın, terli terli soğuk suya uzmanlar bişey demiyo pek ama büyüklerin hatırına hadi içmeyelim, spor yapalım, lay lay lom (evet)

5. kitap, dergi, film, bulmaca gibi, konsantrasyon bütünleyici bir takım araçları el altında bulunduralım.
boşluğa düşen zihnin sağa sola koşuşturup yorulmasını önlemek açısından çok ciddi faydaları olan bu araçlara muhtelif oyunları da ekleyebiliriz. tabu, scrabble, monopoly gibi hazır oyunların yanısıra kendi kuracağımız oyunlar da iş görecektir. (oynarken hırsa kapılmamak, sık ve şen kahkahalar atmak tavsiye edilir.)

6. fiziksel aktiviteler düzenleyiniz.
bedenin meşguliyeti, zihne de fayda verir. öyle ise bulunduğunuz yerin koşullarına mukabil aktivitelerle bedeninizi mutlu ediniz. sizin bedeniniz de tüm diğerleri gibi önce itiraz eder gibi yapsa da tekrarlanan aktivitenin onu mutlu ettiğini kısa zamanda farkedeceksiniz. aktivitelerin kişinin "sakin" liğine hizmet edecek şekilde, serbest ya da düzenli periyotlarla tekrarlanması uygun olur (rutini seven bünyeler periyodik, rutini baskı unsuru gibi hisseden hassas bünyeler spontane). aynı uyku düzeninde değindiğimiz gibi bunu da kişi kendisi ya da birlikte olduğu tatil partnerleri ile belirleyecektir. ("denize gidelim mi janim?" "hoarg.." "tamam, zaten çok sıcak akşamüstü gideriz.")


huzura engel unsurlar:

1. kaygı: çağımızda ve muhtemelen gelmiş geçmiş tüm çağlarda insanoğlunu yemiş bitirmiş olan bu musibetin gücü, kişinin içerisinden filizlenip, kişi tarafından itinayla büyütülmesinden ileri gelir.
nasıl ki dağınık bir oda içimizi karartıyor ise, dağınık kaygı da elden ayaktan düşürür. öyleyse tatil matil demeden disiplinli bir şekilde kaygılarımızı bir güzel derleyip toplama vaktidir. hatta yukarıdakilerle temin ettiğimiz huzur hali ile çok daha kolay bu işin üstesinden gelebiliriz. yukarıdakilere rağmen huzur bulamadı isek, bunun muhtemel müsebbibi kaygı olacağından, onca zamandır beklediğimiz tatili ona yedirtmemek adına -ama unutmayın sakin sakin-çalışmalara başlayabiliriz.
önce derleme toparlama dedik. öğlen uykusu üzerine, eğer üşenmiyor isek kalem kağıt, kompüter ekranı vs ilen, üşeniyorsak, yattığımız yerde (serince olması tavsiye edilir) içimizden tane tane tartışarak, bizi kaygılandıran şeylerin listesini yapmak gerekir. listeyi oluşturup tamamlamamız burada önemli. sonradan aklımıza gelenleri de mutlaka listeye eklemeliyiz, aksi takdirde zihin odamızın yerlerini süpürmüş ancak tozunu almamış gibi oluruz hani.
listelemeden sonra çözümleme aşamasına gelmiş bulunuyoruz. her bir kaygı nesnesini bir güzel ele alır, sebebi, en kötü ihtimalleri, en iyi ihtimalleri, bizim yapabileceklerimizin sınırlarını, yapabileceklerimizin bağlı olduğu koşulları, koşulları oluşturmada elimizden gelebilecekleri ağır, sakin (kavun yenebilir, zihni açan müstesna meyvelerdendir) düşünür, tartışır, analiz eder, sıralarız ve artık bu konudaki herbişeye vakıf olduğumuzdan kaygılanmaya gerek kalmadığına kendimizi ikna ederiz. edemiyorsak kaygılanma bağımlısı olduğumuzdandır. ya inat ederiz, (sakin sakin) ya da teslim olur, onu da hayatın bi parçası olarak kabul eder, "bakarız yaww" deyip s.ktirederiz.

2. maddi imkansızlık: her şartta gidilecek bir yer, kalınacak bir takım eşdost vardır. yoksa fena sıçmışız, bu hayatta bizden bi halt olmaz demektir. tatilin ilk şartı uzaklaşmaktır ki, maddi şartların uygunsuzluğuna göre en azından bunu yapabilmenin yolunu bulmalı, güzergah ya da mesafe konusunda da imkanlara uygun davranıp, kaygı oluşturacak arayışlar içerisine girilmemelidir. hatta kafamızdan illa deniz, illa yayla şartlanmalarını söküp atmalı, tebdil-i mekandaki ferahlıkları keşfe çıkmakta tereddüt etmemeliyiz.
"süre" de çoğunlukla "mesafe" gibi paramızın miktarıyla doğru orantılıdır. bazen de işimiz gücümüz den araklayabildiğimiz izin de pek az olabilir. olsun. hır çıkarmadan olanı en etkili şekilde değerlendirip, 'bir sonraki seferi nasıl yapıp da daha uzak, daha uzun yaparız'ı düşünmeyi tatil dönüşüne bırakmak sizce de akıllıca olmayacak mıdır?


3. meteorolojik olumsuzluklar: (bu maddeyi annem söyledi) yağmurluk ve şemsiyeyle yaz tatiline çıkmayıp da pişman olanlarımız olmuştur. olmuştur da ölmüş müdür yani? olsun. yıllarca bunu millete ballandıra ballandıra anlatıcaksınız. eeee? daha ne?
doğanın süprizlerine nail olmak iyidir. (bkz. afat vermesin)

4. hasta olmak: 12 iğne yediğimi bilirim, boğazlarım şiş ağustos sıcağında titreyerek yatıp bütün gün... etrafta ilgilenecek birileri varsa ve bu işi severek yapıyorsa bence tadını çıkartın. yoksa kendinizi zorlayıp iyi beslenin, nazlanmayın iyileşmeye bakın. ilk listenin beşinci maddesindeki kitap vs yorucu gelebilir ancak yine de zihin açıklık durumunuza göre kendinizi odaklayacak bişeyler bulun. ya da kendinizi kendinize odaklayarak, beden kırıklığınızın ritmiyle salınarak inleyin (inanılmaz zevkli) hastalığın tadını çıkarın.
(ay ay, hatta ne bademciği, bikaç yıl önce apandistimi aldılar, yazın göbeği. deniz kıyısında denize hasret kaldım. ama insanın eğer koşullar elinde değilse, teslimiyetin de bir hazzı vardır. tercihler sana ait değilse, hata da yapamazsın gibi...)

5. sevmediğiniz insanlara bağımlı olmak: (bu maddeyi de annem söyledi) yok artık! arkanızı dönün kaçın. bir daha da böyle eşeklik yapmayın. emin olun onlara da yazık. yuh yahu.



Tatilin 3 dönemi:

tatil süresi ne kadar olursa olsun mutlaka 3 temel döneme ayrılır.

1. dönem
tatilde olduğumuzu kavramaya çalıştığımız, tatil havasına girmeye başladığımız, sudan çıkmış balık alıklığındaki dönem.

tatilimizi şekillendiren dönemdir. bu dönemde tatil modumuzu azçok belirler, olası rutinleri (gazete ekmek, deniz, tv izleme, izlememe, gece hayatı, uyku saatleri ve düzenleri) oluşturur ya da rutin kavramını tümden bırakmaya karar veririz. ekstralar ("ay bi ara şirinceye gidip meyve şarabı alalım") da çokluk bu sıra önerilir.

2. dönem
tatilin ta kendisi...

tatilin oturduğu, sakinliğin ve tatildeyim kabulunun yerleştiği, rahatlığın atmosfere hakim olduğu doruk noktasıdır. ne kadar uzun tutulursa tatil bünyede o kadar etkili olur.

3. dönem
eyvah, amanınnn bitti bitiyor, gitti gidiyor tatil dönemi.

önceki listelerdeki olumlu-olumsuz hallerin baskınlığına göre kişiye tatilin yarısında tebelleş olabileceği gibi, son iki güne kadar da ertelenebilen bir dönemdir. ağır geçtiği takdirde, yapılmış caanım tatili bile heba edebilir. bünyeye yorgunluk ve bezginlik verir, mazallah tatillerden soğutur.
bu dönemi mümkün mertebe geciktirmek için sürekli "şu an" tatilde olduğumuzu kendimize hatırlatmakta fayda vardır. sonlara iyice yaklaşıldığında, artık ufak ufak toparlanmalar, son kez giyilecekler, artık şunu almayalım, bitmez kalır dediklerimizle falan birlikte "ama nasıl güzel dinlendik, deydi vallayi..." şeklinde tamamlayıcı cümleler kullanabilir, "amaaaan..." la başlayan cümlelerden uzak durmaya dikkat ederiz.

en ideal tatil 1. ve 3. dönemlerin mümkün mertebe kısa olduğu, 2. yani esas tatil döneminin, formüle edecek olur isek, 1 ve 3 cü dönemlerin toplamlarının en az 2 katı olduğu tatillerdir.