7 Mayıs 2016 Cumartesi

bir bilgi

birinin söylediği her şey gerçek olabilir. ancak doğru olmayabilir.
vay canına:)
bunu hiç unutmamak istiyorum:)

23 Mart 2016 Çarşamba

bir duygu

gemiden denize doğru uzatılan bir kalasın üzerine çıkarılmış, elleri gözleri bağlı kurban/suçlu.

gece uykuyla uyanıklık arası, rüyayla hayal arası kendimi böyle görüyorum. o bir şeyler söylüyor, anlatıyor. duyamıyorum, duyduğumu anlayamıyorum, kelimelerin anlamını biliyorum ama kendimle ilişkilerini kuramıyorum.

ince düz bir kalastayım.
en eski bilgi var aklımda: bana bir tuzak kuruluyor.

rüyanın dokusuyla değişiyor kalas. görmüyorum da biliyorum. yana doğru genişliyor, öne doğru uzuyor. geniş bir düzlük üzerindeyim şimdi neredeyse, ama aklım hala arkada varlığından emin olduğum kılıçta. benden birşey yapmamı istiyor. ya da yaptığım bir şeyi yapmamamı. bu düzlüğün ortasında ne yöne hareket etmek gerektiğini düşünerek dikilip duruyorum. yardımıma içeriden yetişen bir bilgi yok. ne yapmak istediğim, yapabileceklerim ve yapmam gerekenlere karışıyor. etraf genişleyip açıldıkça belki olasılıklar artıyor ama benim duyguma göre hiç bir olasılığa imkan yok. hareket etmem mümkün değil.

o kılıç orada oldukça yapabileceklerimin çeşitliliğinin, yapma irademin hiçbir şeyin anlamı yok.
felç halindeyim. ardımda bir bekleme hali. o bekledikçe benim felcim derinleşiyor. derinleşiyor.

üzüntü ve öfkeye, bedenim öfke ve üzüntüyle tepki vermeye çok alışmış. hep alıştığım şu "bana tuzak kuruluyor" duygusu. şimdi ve burada, ayan beyan ki ben başaramadım ya da ben eksiğim ve bu gerçek artık bu iki kişi arasında bir değişmez sabit olacak ve ben hep bir çukurdan sesleneceğim, sesim boğuk, hep arkadan koşturacağım, çünkü çok zaman kaybettim. şimdi bu kılıç beni bir türlü henüz dürtmeden ama, özgür bırakmaz, beni bir eyleme zorlarken, benim tüm eylemlerim bir yenilginin skoru olacak, o yengi istemiyor olsa da. sadece bu yenilginin değil, hep yenik, biraz yenik başlanacak, yenmek bir yana şartları eşitlemek için bu düzlüklerde böyle defalarca kaybolacak gibi hissediyorum kendimi.

bu dün geceydi. gündüz başka bir şey oldu.
vapurda şöyle düşündüm.
kılıç yoktu.
kılıcı oraya ben koydum.
zihin görmediğini, deneyimleriyle doldurur. deneyim ise kimbilir ne kadar doğrudur?
o koca düzlükte tabii ki gidilecek hiç bir yer yoktur.
sadece geri dönüp, olmayan kılıca doğru ilerleyebilirim.


trivia: walk the plank, walking the plank deniyormuş. kalası arşınla demek geldi içimden:) kalası adımla...


12 Mart 2016 Cumartesi

bir iş dönüşü

Bir akşam saati dönüş yolunda, üsküdar'dan geçerken, doğal düşmanı olmadığı için kontrolsüzce üremiş bir türün yaşayışına baktığımı hissettim. kendimi de içine katarak elbette (haddimi hep bilmekle övündüğüm doğrudur.)

kontrolsüz çoğalmanın sebep olduğu yoksunluk, öfke, nefret ve savaşın ürettiği çeşitlilik hiç de şiirsel değil. bu çeşitliliğin göbeğinde yaşayıp, yaşamın içerisinde yuvarlanıp giden, çeşitliliğin tanıklığıyla gönenmek yerine basbaya travmatize oluyorum. (travmatize olmanın dilimizdeki karşılığı ne ola?) oluyoruz yani. her birimiz. bu çeşitliliğin tüm bileşenleri.

Hayalimde, holivud klişesi cümleler sarf eden, holivud ışıklı, holivud makyajlı, efektli, ışıl ışıl, dişleri düpdüzgün, bembeyaz, saçlarında kontrolden çıkmış tek bir tel olmayan, tırnakları kirlenmemiş, kılığı kıyafeti üstünden sarkmaz karakterler ekledim kalabalığa. yaklaşıp birilerine, "düşlerinin peşinden koşmalısın", "hayır dostum, bu senin suçun değil", "yapabilirsin", "o da böyle olmasını isterdi" falan dedirttim insanlara.


6 Şubat 2016 Cumartesi

keyfi yasak, yasak ve cezasızlık üzerine

DELİNATÖR!!!

delinatör
çok şaşkınım!. adı buymuş! delinatör. delinatör. delinatör.
defalarca söylemek ve asla unutmamak istiyorum.
tureng* e sordum. çünkü merak ettim. delineytır/delinator yazdım. ama bu artık zaten türkçe olmuş, bana ingilizce karşılığını verdi! :) ben de aynını tureng'ten bi daha sordum. aha da bu oldu:


* tureng: bir ingilisce-türkçe online sözlük. çevirmenlerin dost sözlüğü idi bi zamanlar, hala öyle mi bilmiyorum.

bu delinatörler, ki ben adlarını şimdi bu vesile öğrendim, fena halde ilgimi çekiyorlardı. bunlar bi süredir ortalıkta. kara yollarında bir süredir ortalıkta olan pek çok şey dikkatimi çeker yıllardır. çocukluğumda şehirler arası yolların kenarlarına kedigözü tabir ettiğimiz şeyler konulduğunda başladı bu. benim çocukluğum hakikatten çok yıllar önce.

ctp yol kenar dikmesi
evet benim kedi gözü dediğim şeye ctp yol kenar dikmesi diyolarmış.

şimdi aklıma geldi, öğretmenliğinin ilk yıllarında zorunlu hizmetini çok soğuk illerden birinin bir köyünde yapan bir arkadaşım, (çok birli cümle) orada çocukların bu ctp yolkenar dikmelerini (adını o da bilmiyodu, ayağıyla vurup göstermişti) söküp, onları ayaklarının altına bağlayıp kayak kaydıklarını anlatmıştı. çünkü bu minnak ctp'ler bir bu kadar da toprağın altında devam ediyorlar. çocukların hepsi kayak kayıyormuş yani o köyde. ben hep çok korkmuşumdur. hiç aklıma gelmedi, gideyim de karlı bir dağa ders kurs vb görüp nedir bu, nasıl olur deneyeyim. 

demem o ki, ctp'lerle başlayan bu trafikte birden başlayıp her yeri saran işaretçi kullanımı, ben büyüdükçe tabi, ithalatçı firma, ihale almak gibi kavramlarla neşr olarak boyutlandı.sanıyorum son iki yıldır da bu turuncu delinatörlere bakıp duruyorum.

turuncu dedim ama bir bakınız ne de sevimli renklileri var imiş:


sanırsın super mario şehrindeyim, etraf cıvıl cıvıl! ben başka bir rengini fark etmedim, varsa yoksa turuncu. bir takım nizamnamelerle, yönetmeliklerle belki de belirlenmiştir, şuraya şu, buraya bu.

delinatörlerle ilgili beni delirten şey bir kere çok fazla olmaları. her yerde olmaları ve daha da önemlisi  eğilip bükülebilir  olmaları. bunu bir otomobil üzerinden geçip gittikten sonra anladım! ve işte o an, tam o an kafama dank etti! bu memlekette yasaklar, sadece o yasaklara uyma eğiliminde olanlar için. yasağa uymak istemeyenleri üzmemek için de yasağa sapmayı önleyecek "engel"ler canlı renkli, ama işlevsiz yapılıyor! böyle okuyorum, böyle anlıyorum.

bu arada son dönem,  kurallar ve kuralların mantığı, kuralların sınırları ile, kuraldan çok kuralcılar, kurallara uyumlular, septikler ve kurallar tüylerini diken diken edenler, insana da kurala da inançsızlar üzerine ve  tüm bunlar ve ben üzerine biraz aklım kırık. (zihnim karışık'a alternatif olarak) bilen bilir, bir mevzu üzerine odaklanıp rasyonel düşünme süreçlerine sahip değilim. kafamda demlendirme süreciyle bir takım sonuçlara ulaşırım. çoğunlukla sonuca ulaştığımda, arayışta olduğumu çoktan unutmuş olurum. dedim ya, bilen bilir. şu an bu mevzular üzerine kafam kırık. bu kadar.

gelelim delinatör'e. delinatör, benim için memleketimde cezasızlığın endemik bir yozluk oluşunun ispatı, varlığa bürünmüş hali, timsali vb.  mesela turist olarak başka bir ülkeye gitsem, ve havaalanından çıkarken her tarafın carıl carıl turuncu olduğunu görsem, öncelikle görgüsüz bir memlekete geldiğimi düşünürüm, lüzümsuz fazla kullanım yüzünden, vatandaşın vergisinin göstermelik şeylere harcanmışlığından felan. sonra otomobilin, otobüsün vb biri o turuncu şeylerden birinin üzerinden geçip gitse, hukuğun, kuralların, cezanın tamamen yalan olduğu bir ülkede bulunduğumu anlarım diye düşünüyorum ben.
daha bir sürü fotoğraf çekmek var aklımda. çeksem de koysam burada bir sürü olsa.

4 Ocak 2016 Pazartesi

pazar gecesi


  • 2 gündür (2) saat 8 (yirmi) den önce online olmuyorum böylece
a) telefonumun şarjı uzun gidiyor
b) zihin dağınıklığımda %2-3 oranında derlenme toplanma sezinliyorum. ve yükseleceğine inancım tam
c) dünyanın bensiz de dönmeye devam etmesi acaba depresyona mı sebep olmalı rahatlamaya mı? şimdilik rahatladım diyebilirim.
d) blog yazmak ve illustratörde çalışmak online olmak demek değil. yazmak ve çizmek demek. bugün yazdım ve de çizdim diyebilirim, ki online iken bu pek nadir mümkün oluyor.

  • 2 gündür meditasyona oturuyorum. çok sıçramalı ama oturuyorum. oturmaya devam etmeye niyetliyim. (ayaklar öyle değil ama. bildiğin bağdaş)

  • bugün bloglarla uğraştım.
a) madem zihin sıçrama seviyor o zaman en azından hoplayıp zıplayacağı mecrayı şöyle bir güvenlik kordonu içerisine alayım da dahili ve harici çığrıdan çıkmaları azaltmak mümkün olsun. dedim.



şu kelimelerkifayetsize yazdım bugün. son okuduğum kitabı. aferim bana. ne varsa koydum içine ilişkilendirdiğim. okuyan olursa öncelikle, tamamladığını da varsayarak tüm metni, bir honolulu, hawai çiçek kolyesi hediye etmek isterim mesela.

asimetrik gamzelerim yok ama, niyet değil mi önemli olan?

b)illüstratör'ün önüne oturdum. otumadan önce baya bi neden acaba illüstratörün önüne oturmalıyım diye düşündüm. sonra dedim ki, çizmenin her türlüsü iyidir. önceden düşünmüş olduğum gibi, karalamalarımı dijitalize etmeye başladım. bunu yaparken en yalın olanları seçtiğim elbette dikkatimden kaçmadı ama canım yani bu kadar da sürekli insan kendisine yüklenir mi? yüklenmez.
ben de yaptığım ve beğendiğim şeyleri aydingaydong a yükledim. oh blog çalışmasını bugün 2 ledim.

c) kurcalamacayı da açtım. dedim ki dün gece the hours/saatler'i seyrettim ya ben. yazsam ya şuraya da oh mis gibi bişeyler, zaten her bi şeyleri unutup duruyorum artık bu nedir b vitamini eksikliği mi, erken bunama mı ilişkilenmeme mi diye işkillenip duracağına dedim. dedimse de meğer bi baktım ki kelimelerkifayetsiz beni tüketmiş, bitirmiş zaten. hoşuma gitti. tamam dedim. başka bir zaman da kurcalamacanı yaparsın.

çünkü buradan fısıldayıvereyim kelimelerkifayetsizin dönüştüğü şey kurcalamacaydı zaten. biri film, biri kitap. ama o çağrışım kovalama ruhu ilk oradan yürüdü. zihninin götürdüğü yere git bebeyim.

sonraaaaa,


  • kedilerle daha çok ilgileniyorum demek isterdim ama onlar benimle pek ilgilenmiyorlar. yani her şey yolunda. üstünüze 3. yü alıcam diyorum ama yalan tabi, üçüncünün aşısı, kakası, yemeği ve ilgisizliğiyle uğraşmaya cesaretim yok. ama gelene de git diyemem tebi.

hiç ilgimi çeken dizi yok. şu an. bu iyi bir şey. dizi diyetindeyim. kompüteri artık sadece tüketmek için kullanmıyorum. derken tabi bu da yalan. hakettim ben artık diyerek akşam geceye dönerken "and there were none"a bulaştım. 2 bölüm izledim. zaten o kadar yayınlandı.


bu diziyi ilk gördüğümde acayip sevip bayıldığım bir bilimkurgu olduğunu sanmıştım. kitaplardan dizi çekmeler biter mi? bitmez. nitekim bu da kitap uyarlamasıymış. biz 10 küçük zenci diye biliyoruz. sanıyorum orijinali de öyle. ve sanıyorum artık fena halde ırkçı kaldığından değiştirilmiş. zenci olan her şey "soldier"  yani "asker" olmuş dizide. zenci adası:asker adası, şiirdekiler de asker. gerçi izlediğim sitede çevirmen inatla zenci diye çevirmiş. ben bu tür şeylerin aynı kalması gerektiğine inananlardanım. "bir dönem işte böyle ayrımcılık yapılıyordu" demenin daha dürüst bir yol olduğunu düşünüyorum. (aha didaktik oldum işte)
bu da eh, sevdiğim bir kitaptır. birkaç kere okumuştum. neler olup bittiğini az çok hatırlamama rağmen çayımı yudumlayıp, güzelce izledim 2 bölüm. mini bir dizi olacak gibi görünüyor. spoiler vermek gibi olmasın ama öleceklerin yarısı öldü bile.

(sonradan aklıma geldi, ilerde bir zaman fena halde barış olduğunda da çok militarist bulup "asker"leri değiştirebilirler. değil mi ya. kıyamet olmadan insanlıktan ümit kesilmez!)

  • günü bitirirken feysbuka girdim. 2016 depresif başladı 2015'ten el alarak ama o depresyonu besleyecek değilim. uğraşıyorum işte yukarıda görüldüğü üzere ama her şey de benimle başlayıp benimle bitmiyor.  haberler son zamanlarda olduğu üzere yine kötü.
diyarbakır sur da kahvaltı sofrasında bir kadın roketatarla öldürüldü.


tuhaf bir mahalle baskısı olduğuna inanıyorum insanlarda. böyle bir şeyin olmasının gerekli olduğunu kim savunuyor olabilir ki?
insanlar, bu fotoğrafı, bu haberi, feysbuk duvarlarına koymuş olarak göremiyorlar kendilerini muhtemelen. onlar feysbuklarında "bu tür" haberler paylaşan insanlar değiller. kendi tanımlarıyla çelişmemek için ilişkilenmiyorlar diye düşünüyorum. korku, şu, bu değil. nasıl ilişkileneceklerini bilemiyorlar. eğer bunları paylaşırlarsa ve yine hiç bir şey değişmezse bununla nasıl başa çıkacaklarını da bilmiyorlar. düşünsenize, "onların dahi" bu tip haberleri paylaşması! bunun için bir garantiye ihtiyaçları var sanki. bunun bir şeyi değiştireceğini bilseler canı gönülden yapacaklar sanki. doğru safta yer almak istiyorlar. temiz kalmak istiyorlar. gelecekte zaman tünellerinde, feysbuk duvarlarında başarısız bir isyan, bastırılmış bir çığlık bırakmak istemiyorlar. "ben anlamam politikadan", "sanatçıyım ben", "ya üç günlük dünya ben mi kurtarıcam?", "spritüel dünyayla ilgiliyim, bu dünya ile kendimi kirletmem", "teörizm en kötü şey", "cumhuriyet çocuğuyum ben" ve bunun bir sürü versiyonunu söylemek daha kolay. çünkü tam bu tırnakların içindeki söylemler sayesinde onlara hiç bir zaman hiç bir şey olmayacak. sistemin dişlilerini koşturan, her biri benzersiz, her biri çok değerli binlerce, milyonlarca hamster.
daha politik olanların da pek farkı yok. aktivistlerin de. onlar de sistemin içerisinde. sistemin dışında olmak var mı ki? kredi kartı yok mu? nüfus cüzdanı? mail adresi? feysbuk? ama sanırım aktivistler biraz şöyle bir şey yapıyorlar, arada bir çevirdikleri çemberin içerisinde zıplıyorlar. belki diğer zıplayanlarla aynı anda denk geliriz de, belki bir yerlerde bir deprem olur, belki bu rayından çıkmış çark bozulur da hep birlikte tamir ederiz. belki yanlış dingildedir de doğrusuna eviririz zıplaya hoplaya diyerek öyle, arada bir sekteye uğratmaya çalışıyorlar çemberi. en azından zihinlerdeki mutlaklığını kırmak için. kendi zihinlerinde de mutlaklaşmasın diye, hiç olmazsa kendilerine hatırlatmak için belki.

"there is no spoon" bir nevi.
yaniyakim, kaşik da yoktur. yok.






1 Ocak 2016 Cuma

hepi niyüv yiır

yılın ilk günü:



salinger'in 'münzevi'liğinin ingilizcede nasıl kullanıldığını bulmaya çalışırken salinger sendromu diye bir şeye denk geldim.
20 yüzyılın salinger'i gönülçelen bir münzevi yazar iken 21. yüzyılın salinger sendromu şöyle bir şey ki adını bir philip salinger'den almış:
"internette gördüğü her bilgiyi doğru kabul etme hastalığı"

bu yeni bulgum üzerine çok gevelenmek istiyorum. sanıyorum ki acayip keyifle zevzeklenebilir, göndermeler yapabilirim. mis gibi zihin egzersizi olur.

olur ama bir başka zihin egzersizi buraya nasıl geldiğimi kurcalamak olur. neden şu anda ekranımda hem bloğum, hem tureng, hem imdb sayfasında chantal akerman, hem göstergebilim for dummies tadında bir ekşi sözlük entrisi, ve bittabi "how to avoid salinger syndrome?" başlıklı bir başka sekmenin açık olduğunu, üstelik acrobatta açık olan feminist film kuramını atlamadan, zihin sıçramalarını takip etmek daha zevkli sanki.

cümleyi bitirmeden mutfakta altı kapandığı için biraz ılındığı halde özlemle doldurulan bir fincan çayın araya girmesi, geçmişe, çok yakın geçmişe bu yolculuğa engel olacak mı acaba? olmuyor...

beri yanım da diyor ki, hadi tüm bu yolculukları boşver, sen ilk yolculuğuna devam et, kır dizini metnini oku.

daha geride, sürüngen beynime yakın bir yer de diyor ki, canım bedenzihincanlı, sen değil misin bikaç saat önce şu kumaşlardan yapayım çanta diye gidip yatağın altına depoladığın kumaşlardan kumaş beğenen, onları seçmeden önce internette kendin yap sitelerinden çanta modelleri beğenen, ya da hiçbirini beğenmeyip, kendi çantamı kendim tasarlarım artizliğine soyunan ve bundan önce bu çanta meselesini sana çağrıştıran arnavutluk seyahatine yakın para işlerini batırdığın için çantaya para vermeme fikri banyoda aklına geldiğinden değil miydi ve sen hani bugün dijital dünyaya hiç bulaşmadan sadece elinde Banu'nun İrem aracılığıyla sana ödünç verdiği 2006 lonely planet batı balkanlar kitabından en analog halde arnavutluk tiran ve civarda gidebileceğin yerleri incelemeyecek miydin de buraya nasıl geldin acaba yine ellerin klavyede, ha aferin tam bu saniyede aklın başka yerlere uçmayı bırakmış tam şimdi tam buradasın? of.

çay almaya gittğimde sesli söyledim "acaba insan aklı bu kadar darmadağınıkken nasıl hayatta kalmayı başarabilir?" Ev arkadaşım dedi ki, "başkalarının öyle değil miymiş?" dedim ki "evet, doğru, herkese bir başkası hep daha doğru görünür" dedim. dedim ama işte tüm zihinbedencanlılar gibi bu zihinbedebcanlı da sanki bir şeyler sadece ve sadece kendisine özgü olabilirmiş gibi hissedip düşünmeyi, kendini kayırmayı seviyor. zihnim darmadağınık! ve eğer sadece ben böyle değil isem, ve herkesin darmadağınık ise ve tüm diğer insanlar bununla başa çıkabiliyorlarsa bu  bu...  ama bir dakika, bu da kendini ayırmaya bir eğilimin dışa vurumu mu yoksa. belki herkes zaman zaman sadece böyle (didaktikleşmekten korkmaya başladım)

yetenek sınavlarına hazırlanırken şunu fark eder çoğu kişi: "bariz orantı vb hataları yoksa, başkasının çizgisi kendi çizginden hep 'güzel'dir, 'eğitim'lidir, 'karakteristik'tir, 'artistik'tir". ev arkadaşıma doğru önerme tadında yumurtladığım şey buradan gelir. hep "başkası" daha doğru, hakiki ve vb ve vb gibi hissedilebilir.

ılık çayım bu noktada biraz daha ılınmış ama yudumdan aldığım zevk yerinde.

salinger in münzevisine şöyle varmıştım. of amanın buna yeni paragraf istiyorum:

bir grup kuruldu. nefis ve tadından yenmez. kadın filmleri izleyip feminist sinema üzerine okumalar ve sohbetler yapıcaz. ben de okumaya başlayayım dedim ve önerilen metinlerden birine acrobatımı açıp, ekran karşısında (okuma işi ekranda yapılsa da analog br iştir hala) elimde digital kalem alt çizmek için, okumaya başladım. 3. sayfası:


bu paragrafı okurken, zaten metin de bana kalırsa sıçramalı, onu okuyan benim zihnim de, metin çok şeyi az özetleyip konuya gelmeye çalıştığından, zihin, malumunuz sırf sıçramanın kendisini sevdiğinden. kadın meselesini bir kenara bırakmış sayfanın kenarına şöyle bir not alırken buldum kendimi:

okuyamayanlar için:

"sanki 20. yüzyılın değerini bilememişiz gibi geldi. radyo, sinema, televizyon. onları analiz edemeden sindiremeden bir sonraki aşamaya geçtik ve tekamül olasılığını sanki başka bir evrimle takas ettik. can i be a "

işte o "can i be a..." benim bazı şeyleri söylemekten utandığımda ingilizce söyleme salaklığımdan kaynaklanıyor. ingilizce söyleyince utanmayacakmışım bunu diyen kendimden gibi, zira kendikendime konuşmalarımda olan bir durumdan bahsediyoruz. başkalarıyla konuşurken 1. utanacağım şeyler söylemiyorum (eğer elimden gelirse). 2. eğer illa da söylersem onu ingilizce söylemiyorum. işte durum bu. kadın meselesinden, kendimi evrimini ıskalamış bir dünyada yaşayan biri olarak tanımlayıp, -ha buradaki eogosantirik şenlik çeşitliliğine kendi başıma ingilizce olarak girsem daha iyi olacak- boyumu aşan bu durumdan köprüden sonraki son çıkıştan önce -yeri gelmese de kullandım- kendimi araklamak için münzevi olmaya karar verme olasılığını kurcalıyorum!

yazıyı ağırlaştırmak istemem ama bir yaşam biçimi olarak münzevilik üzerine düşünmeye başladığımı da buradan ele güne haber vermiş oluyorum galiba ama yani bu bir süreç tabi sanırım, zannımca ve zaten benim her bir fırsatta yeni büyük radikal karar verme maymun iştahlılığımla bu durumda çok da ciddiye alınacak bi şey yok.

hem yeni bir yılın tam da ilk gününde, alkol ertesi insan bir miktar zihin dağınıklığı, yeni kararlar verme eğilimini bünyesinde taşır.

bu kadar. bu günlük. şu metni okumak istiyorum gerçekten. sonra da şu resimdekinden yapıcam.

29 Ekim 2015 Perşembe

iki iskandinav dizisi pişti olur mu?/Kp'nin seçim konuşması/Kayyum nedir?

bir tuhaflığa tanık oldum.
çok severek takip ettiğim bir dizi var. Bron/Broen. Danimarka İsveç ortak yapımı. harika bir jeneriği var.

Amerikalılar "the bridge" olarak tekrar çekti. esasen kadın karakter Saga'ya bayıldığım için izliyorum. ayrıca iskandinavların dizi ve filmlerine bir teşneyim. her anında o kültürün günlük hayatında yerleşmiş insan odaklılığını, çoktan kazanılmış kadın haklarını, eşcinselliğin kabul görmüş ve sıradanlaşmış oluşunu görmek bana iyi geliyor. ayrıvca iklim ve coğrafyanın dayattığı donukluk, gri renk, yavaşlık da hoşuma gidiyor.

dizinin 3. sezonu yayınlanmaya başladı ve 4 bölümü oynadı bile. ilk iki bölüm, bu sezonun eşcinselliği odaklayacağını düşündürdü:
şunlar oldu: ilk bölümde, toplumsal cinsiyet kimliklerini norm olarak almayan bir okul kuran lezbiyen aktivist öldürüldü. bunu da eşcinsel evlilikleri onaylayan, kabul edilmesine önayak olan ve hatta eşcinsel çiftlerin nikahlarını kilisede kıyan tek psikoposun öldürülmesi takip etti. çok da detaya girmeden ve büyübozan koymadan yazıya 3. sezonun fragmanını koyuyorum:


gelelim piştinin gerçekleştiği diğer diziye. yepyeni. 2015 yapımı. henüz iki bölüm oynadı. "Modus". İsveç yapımı. Bron/Broen'in 3. sezon 3 ve 4. bölümde kadrosuna kattığı polis şefi bu dizide başrolde. Google translate isveççe yi kabul etmeyerek almancadan türkçeye "tarz" olarak çevirdi kelimeyi. bilemedim, olur mu olmaz mı... Modus'un ilk bölümünde, televizyonda yemek programı yapan ünlü bir kadın şef öldürülüyor ki biz 2. bölümde kadının sevgilisinin yine bir kadın olduğunu öğreniyoruz. ikinci bölümde ise, eşcinsel çiftlerin nikahlarını kıyan bu sefer bir kadın piskopos öldürülüyor!!!


Modus'un merkezinde başkadın oyuncumuzun otistik kızı var. ilk bölümde olaya tanıklık ediyor ancak iletişim sorunu yaşadığı için anlatamıyor. Bron/Broen'den farklı olarak dizide hıristiyan ögeler, 'sapkınlar cezalandıracak' şeklinde bir gidişat seziliyor. drama dozu henüz ayarlanmış sayılmaz. ama iki bölümde karakterlerin felan oturduğu nerede görülmüş zaten? yine de bu konuda Bron/Broen'e pek rakip olamayacak gibi. en çok odaklanılan duygu otistik evlat Stina'nın da üzerinden, aile, ebeveyn evlat ilişkisi, eşler arası dinamikler gibi görünüyor şu an. tabi bunu bizim memleketteki karşılıklarıyla değil, iskandinav ülkeleri için varabilecekleri yerlerden izliyoruz. bakalım. muhtemelen bu bölümden sonra benzerlik kalmayacak öykünün gidişatında ve Modus da oldukça keyifli bir kış eğlencesi olacak gibi.

günümü eyleyen bir başka şey de feysbukta bir arkadaşımın "vay canına sayın seyirciler!" yorumuyla paylaştığı Komünist Parti seçim konuşması. sırf o bildik hitabet tavrını kırdığı için bile gönlümü fethetti açıkçası. ki bilen bilir KP'ye oldukça mesafeliyimdir ancak KP ile ilk ilişkim bu seçim konuşması olsaydı sanırım "amanınnn bunun bir parçası olmak istiyorummm" derdim. metin yazarları ve Eda Genç ile acayip gurur duydum. yerini bu kadar sağlam tutmanın nefaseti... keşke şu lanet baraj olmayaydı da mecliste KP de yer alaydı. umarım bir sonraki seçimler her ne zaman olursa olsun, şu lanet baraj kalkmış olsun.

"sorun bir tane deliyle baş edemememiz değildir. sorun bu ülkede bir düzen değişikliğine, bunun mümkün ve üstelik zorunlu olduğuna inancın kalmamış olmasındadır."


Bu arada son olarak dün yanılmıyorsam, ya da önceki gün, daha önce eylül ayında (fuat avni'nin önceden bildirdiği gibi) 2 baskın yapılan, Fethullah'a yakın olan İpek Koza Holding'e ankara cumhuriyet başsavcılığı kararıyla Kayyum atandı.
bakalım neymiş?

Kayyum nedir?

Kayyum atamaları mahkeme kararı ile uygulanıyor. Uygulamada, gerek ortaklar arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle anonim şirket organlarının iş göremez hale gelmesi, gerekse şirketin organsız kalması durumlarında mahkemelerden şirket için kayyum atanması istendiğine sıklıkla rastlanır. Bazı durumlarda da, kayyum atamaları, savcılığın talebi sonrası mahkeme yolu ile yapılıyor.
Atanan kayyum polis ve biber gazı öncülüğünde göreve başladı. Kanaltürk ve Bugün Tv'nin yayınları kesildi. Hani tarihe de bir dipnot oluversin... 1 kasımdan sonra nasıl bir hükümet kurulur, kurulan hükümetin fiili gücü ve hukuki gücü dengelenebilir mi, bütün bu hengameden nasıl çıkılır, merakla bekliyoruz?



28 Ekim 2015 Çarşamba

kutuplaşma üzerine mırıldanmalar

saat geç, yatmam lazım. ama biraz karalammak iyi gelecek.
bugün kendimi iyi hissetmeyi becerdiğim bir gün oldu.
boyamı aldım. yemeklerimi evde yedim. evde yemek nefis bir şey. kendi öğününü yapmak öyle iyileştirici ki.
kışın gelmesi mutlu ediyor. biraz içeri çekilme şansı. daha çok okumak daha çok yazmak imkanı. yavaşlamak, sakinleşmek keyfi.
tabii memleket meseleleri izin verirse.

duş yaparken aklıma daha önce bir bakanın (hangisi olduğunu unuttum, unutmamam lazım. hemen google layayım, Recep Akdağ imiş) kör birine. "sana iş verdik daha ne istiyorsun" demesi geliyor.
işte vidyosu da burada:

akp takipçilerinin bir şekilde vicdanlarıyla değil belki ama yerleşik değersizlik duygusuyla buna katıldığını düşünüyorum. 'körsen, eksiksin. eksik yaşıyorsun ve bahşedilene nankörlük etme.' şu yüzde 99'u müslüman ülkede yaşıyoruz lafı da oraya geliyor aslında. alevisin, azınlıksın, ses çıkarmadığımıza dua et, ermenisin zaten, bu topraklarda karnın doyuyor daha ne istiyorsun? gibi gibi. "vatandaşlık" bilgisinin eksikliği bu. anlatabilmek lazım. demokrasi demek aslında azınlığın da çoğunluk kadar gözetilmesi demek. seçkin bir zümre yaratacak şekilde değil, azınlık olduğunu hissetmeyecek, kendi vatanında yaşamaktan gurur duyacak, hükümetini sahiplenecek kadar.
çok basit. çok temel.

kamplaştırma ile karşı karşıya getirildiğimiz noktalarda, bize seçilen rolleri sahiplenerek kutuplaştırmayı arttırarak aslında akp'nin ekmeğine yağ sürdüğümüz kesin. saldırdığımızda elbette daha sıkı sarılıyorlar akp'ye çünkü duygularıyla hareket ediyorlar ve onun arkasında gerçekte yatan evrensel vicdan sekteye uğruyor, çünkü savunma durumuna geçiyorlar.
çok basit. çok temel.

daha tuhafı benim gibi muhalif olanların bir zamanlar onları ezen iktidar olduğumuzu sanmaları. bunun benim hissettiğim şeklini anlatabilmeyi öyle çok isterdim ki. benim varoluşum iktidara müsait değil. iktidar denen şey yok olana kadar benim iktidarım söz konusu değil. ben ve benim gibiler ömürlerdir muhalifiz. ve de ezileniz ve de en azınlığız, bu yüzden de en mağduruz aslında. en kucaklayıcı olmaya çalışanlardanız. azıcığız ama ayakta kalıyoruz bir şekilde. mağduriyetin tanımlanmış belirtilerini göstermediğimiz için, zalim sanılıyoruz. elbette denebilir ki daha derin mağduriyetler, daha temel yalnzlıklar var. inanılmaz, açlık derecesinde fakirlik, izolasyon, ve ölümler var. tabi buradan çıkıp mağduriyet yarıştırmak saçmalık olur. karnım tok. kendi yaşamımın iplerini devlet izin verdiğince kendi ellerimde tutuyorum. kendime aitim. ama bu noktada toplumun diğer kesimleriyle duygudaşlık sağladığı sanılan din, toplumsal cinsiyet rolleri, milliyetçilik anlayışım olmadığından aidiyetle ilgili sıkıntılar yaşıyorum. bir yandan özgürleşip herkese eşit uzaklıkta durabilmeyi becerebilirim. ama dışlayıp, tükürüyor benim gibileri sistem. marjinalleşiyorum. halk düşmanı oluyorum. vatan hanini. kutbun en uzak uçlarından biri.

dediğim gibi mağduriyetler üzerinden empati yapmaktansa belki "insan" ve "vatandaş" olma haklarının evrensel asgari müşterekleri üzerinden temas etmek gerek. çünkü içinde yaşadığımız ülkede herkes mağdur. mutlu kimse var mı? tüm gücü elinde bulunduran, diktatör olan adama bir bakalım hele. nasıl bir insan haline geldi böyle? olduğu şeyle başa çıkılabilir mi? bu akşamki yemeği benimki kadar lezzetli miydi? uykusu dinlendirici mi? onu böyle biri haline getiren şey sadece karakterindeki zayıflık, ya da acımasızlık ya da psikopatlık mı? (bu kısımda salaklaştığım, naif, aymaz olduğum düşünülebilir. ama bazen öfkenin yerine üzüntü koyabildiğim hallerde bir perde aralanıyor ve o "düşman" algısı böyle tuhaf bir şeye dönüşüyor. affetmiyorum. anlamıyorum da. kabul de edemiyorum aslında bunca muhteris, tamahkar olmayı. ama içinden çıktığı kültürün, yapının dahi aslında her bir değerini yıkıp geçecek bu hale kendi başına geldi denebilir mi? işgüzarların teşviklerini unutacak mıyız? faydacıların kayırmalarını, korkakların yaltaklanmalarını, şelaleden sıçrasa kardır diyenlerin emre amade olmalarını, koca koca güçlü insanların para için el pençe divan durmalarını? peki onları kim, kimler, hangi sistem yarattı. kendimizi ve dahi ben de kendimi hariç tutabilecek miyim bu "suçlular" listesinden?)

başka erdoğanlar yaratmayacak bir ülkenin hayalini kuruyorum. ama acıklı olan şu ki, bu dünyaya, gezegen olarak yani, o kadar ömür biçemiyorum. ufkumuzda bir distopya var, kahramanlarının hollywoodun yarattığı kadar cilası olmayan bir "mad max" dünyası. ve almamız gereken yolu alamazsak sadece onca yoksunluk içerisinde, vicdanın olmadığı, bugünlerden çok daha korkunç bir gelecek bizi bekliyor. böyle düşünüyorum.

yine de yukarıdaki paragraftan pek çıkmasa da umutluyum. insan öyle sonsuz olasılıkları ve mahareti barındıran bir form ki:)

güzel başlayıp apokalipsle biten bir yazı oldu:) ben de bunun üzerine, yine de her ne hikmetse ağzımda bir ufak gülümsemeyle uykuya yatayım. küçük ölüm beni sarmalasın.

iyi geceler.


bu arada Kamp armen gerçek sahiplerine iade edilmiş! benim hala umudum var!

26 Ekim 2015 Pazartesi

üzerimde bir bezginlik

dün gece alkol alınca tabi artık gelenekselleştiği üzere ertesi gün, yani bugün ekstra depresyon. ekstra diyorum çünkü aslında alkol ertesi olsun olmasın neredeyse geziden bu yana yaşadığımız şeyler hep kaldırabileceğimizden ağır.
kafamı toparlayıp hiç bir işin ucundan tutamıyorum. bişeyler okuyayım diyorum, odaklanmak ne mümkün. meditasyona otursam, biliyorum iyi gelecek ama sanki bu fikre her bir hücrem itiraz ediyor. bu bir yandan iyi olmaya karşı bir direnç göstermek gibi. nasıl, niye iyi olayım ki?
feysbuk ve mailim arasında gidip geliyorum sanki hayatı ordan yakalayabilirim ama gördüğüm tek bir güzel şey yok.

şöyle bir kare var. fenerbahçe taraftarı galatasaray forması giydirdiği kadın mankeni yakıyor. canım sıkılıyor. bu nasıl bir kepazelik! önce kadına dönüştürerek 'düşmanı' "aşağılıyor". bir takımı kadın şekline sokarak onu "sikilebilir" yapıyor aklınca. "sikmeyi" bir şiddet eylemi olarak kafalara kazıyor. ama bu yetmeyeceğinden bir de üzerine yakıyor!!! bu nasıl bir kafa? bu nasıl bir gönderme? bu coğrafyada tecavüz sırasında kendisine direnen kadını bıçaklayarak öldüren ve sonra da yakan insanlar oldu. o insanlara öfkeden halk sokaklara döküldü. yüzlercesi de kadıköyde!!! ama şimdi karşı takıma duygularını aynı şiddet unsurlarıyla ifade etmek nedir? sporda mücadele bu topraklarda buna dönüştüyse, bu ülkede artık nasıl yaşanır? üstelik aynı maçtan sosyal medyaya düşen görüntülerden birinde bu taraftar kalabalığı "hırsız tayyip erdoğan" "hükümet istifa" diye tezahürat yapıyor! ben şimdi bu kalabalıkla aynı fikirleri mi savunmuş oluyorum? bunlar mı bir araya gelip bir eylem gerçekleştirecek benimle birlikte? bir gün "ya hep beraber ya hiçbirimiz" diye bunlarla mı bağıracağım? bezginlik bezginlik.

sonra bugün interseks farkındalık günü. bir vidyo izliyorum:



vidyo şu soruyla başlıyor. "kimlerin testisleri var?" ekrandaki 4 kişiden en feminen kadın görünümlü olan el kaldırıyor: "benim!"
öğreniyoruz ki dördü de interseks ve diğer üçü çocuk yaşlarda, henüz kendileriyle ilgili hiçbir şey bilmezlerken aileleri ve doktorun kararıyla ameliyata alınmışlar ve testisleri alınmış! hatta uzunca zaman bu ameliyattan, bedenlerine ne yapıldığından bile haberdar edilmemişler. Doğal olarak Aligül'ü hatırlıyorum. onu hep etrafta görürdüm ama hiç tanışmamıştık. ölümünden sonra yazdıklarını okuma fırsatım oldu. ilgilenen olursa diye işte blogunun linki. devamında intersekslerle ilgili birkaç şey okudum. bilimsel, tıbbi anlatımlar, ilk ağızdan deneyimlerden, yaşamdan süzülenler. hep acı işte. varoluşunun dayatılanla örtüşmediğinde duyduğun temel acı. ve daha kötüsü hal, durum görünür olduğu için, doktorlarla elele ailenin "düzeltme" operasyonları. ve homofobiden kaynaklı olarak genelde testislerin alındığı ve interseks evladın bir kız evlada dönüştürülmeye çalışıldığı bir sürü yaşam. bezginlik yine bezginlik.

işte böyle. feysbukta okumaya kurcalanmaya değer pekçok haber, link vardı ama ben bugün daha fazlasını yapamadım.

içimde bir yerde çöreklenen suçluluk duygusu, günü verimsiz geçirdiğim için bana kızgın. ama ben artık elimden bir şey gelmiyorsa elimden bir şey gelmeden durabiliyorum. hala içimde bir yerde tıslayan "bırak bahaneyi, basbaya tembelsin işte" suçlamalarına, yarım ağız 'evet tembelsem tembelim, nedir yani' diyorum. bir çay daha ve bırakmaya tabii ki hanidir kararlı olduğum bir sigara var aklımda.

şimdi onları aradan çıkarayım.
sonra çamaşır asarak belki mızmız ruhumu bir miktar huzura kavuşturabilirim.

emir demiri keser mi?


tarihin sayfalarında kaç görünmeyen kahraman var acep? üstten gelen emri etik bulmayan, vicdanına sığdıramayan, ve emre itaat etmeyerek hayatlar kurtaran, kurtulanların bile kahramanlıktan habersiz olduğu kaç kahraman?

para kazanmanın, işgüç sahibi olmanın kutsallığında herkes bir terane tutturmuş "benimle ilgisi yok, emir geldi yapıyorum" meşruluğu hakkatten meşru mudur?

haberi okumak için tıklayınız