29 Ekim 2015 Perşembe

iki iskandinav dizisi pişti olur mu?/Kp'nin seçim konuşması/Kayyum nedir?

bir tuhaflığa tanık oldum.
çok severek takip ettiğim bir dizi var. Bron/Broen. Danimarka İsveç ortak yapımı. harika bir jeneriği var.

Amerikalılar "the bridge" olarak tekrar çekti. esasen kadın karakter Saga'ya bayıldığım için izliyorum. ayrıca iskandinavların dizi ve filmlerine bir teşneyim. her anında o kültürün günlük hayatında yerleşmiş insan odaklılığını, çoktan kazanılmış kadın haklarını, eşcinselliğin kabul görmüş ve sıradanlaşmış oluşunu görmek bana iyi geliyor. ayrıvca iklim ve coğrafyanın dayattığı donukluk, gri renk, yavaşlık da hoşuma gidiyor.

dizinin 3. sezonu yayınlanmaya başladı ve 4 bölümü oynadı bile. ilk iki bölüm, bu sezonun eşcinselliği odaklayacağını düşündürdü:
şunlar oldu: ilk bölümde, toplumsal cinsiyet kimliklerini norm olarak almayan bir okul kuran lezbiyen aktivist öldürüldü. bunu da eşcinsel evlilikleri onaylayan, kabul edilmesine önayak olan ve hatta eşcinsel çiftlerin nikahlarını kilisede kıyan tek psikoposun öldürülmesi takip etti. çok da detaya girmeden ve büyübozan koymadan yazıya 3. sezonun fragmanını koyuyorum:


gelelim piştinin gerçekleştiği diğer diziye. yepyeni. 2015 yapımı. henüz iki bölüm oynadı. "Modus". İsveç yapımı. Bron/Broen'in 3. sezon 3 ve 4. bölümde kadrosuna kattığı polis şefi bu dizide başrolde. Google translate isveççe yi kabul etmeyerek almancadan türkçeye "tarz" olarak çevirdi kelimeyi. bilemedim, olur mu olmaz mı... Modus'un ilk bölümünde, televizyonda yemek programı yapan ünlü bir kadın şef öldürülüyor ki biz 2. bölümde kadının sevgilisinin yine bir kadın olduğunu öğreniyoruz. ikinci bölümde ise, eşcinsel çiftlerin nikahlarını kıyan bu sefer bir kadın piskopos öldürülüyor!!!


Modus'un merkezinde başkadın oyuncumuzun otistik kızı var. ilk bölümde olaya tanıklık ediyor ancak iletişim sorunu yaşadığı için anlatamıyor. Bron/Broen'den farklı olarak dizide hıristiyan ögeler, 'sapkınlar cezalandıracak' şeklinde bir gidişat seziliyor. drama dozu henüz ayarlanmış sayılmaz. ama iki bölümde karakterlerin felan oturduğu nerede görülmüş zaten? yine de bu konuda Bron/Broen'e pek rakip olamayacak gibi. en çok odaklanılan duygu otistik evlat Stina'nın da üzerinden, aile, ebeveyn evlat ilişkisi, eşler arası dinamikler gibi görünüyor şu an. tabi bunu bizim memleketteki karşılıklarıyla değil, iskandinav ülkeleri için varabilecekleri yerlerden izliyoruz. bakalım. muhtemelen bu bölümden sonra benzerlik kalmayacak öykünün gidişatında ve Modus da oldukça keyifli bir kış eğlencesi olacak gibi.

günümü eyleyen bir başka şey de feysbukta bir arkadaşımın "vay canına sayın seyirciler!" yorumuyla paylaştığı Komünist Parti seçim konuşması. sırf o bildik hitabet tavrını kırdığı için bile gönlümü fethetti açıkçası. ki bilen bilir KP'ye oldukça mesafeliyimdir ancak KP ile ilk ilişkim bu seçim konuşması olsaydı sanırım "amanınnn bunun bir parçası olmak istiyorummm" derdim. metin yazarları ve Eda Genç ile acayip gurur duydum. yerini bu kadar sağlam tutmanın nefaseti... keşke şu lanet baraj olmayaydı da mecliste KP de yer alaydı. umarım bir sonraki seçimler her ne zaman olursa olsun, şu lanet baraj kalkmış olsun.

"sorun bir tane deliyle baş edemememiz değildir. sorun bu ülkede bir düzen değişikliğine, bunun mümkün ve üstelik zorunlu olduğuna inancın kalmamış olmasındadır."


Bu arada son olarak dün yanılmıyorsam, ya da önceki gün, daha önce eylül ayında (fuat avni'nin önceden bildirdiği gibi) 2 baskın yapılan, Fethullah'a yakın olan İpek Koza Holding'e ankara cumhuriyet başsavcılığı kararıyla Kayyum atandı.
bakalım neymiş?

Kayyum nedir?

Kayyum atamaları mahkeme kararı ile uygulanıyor. Uygulamada, gerek ortaklar arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle anonim şirket organlarının iş göremez hale gelmesi, gerekse şirketin organsız kalması durumlarında mahkemelerden şirket için kayyum atanması istendiğine sıklıkla rastlanır. Bazı durumlarda da, kayyum atamaları, savcılığın talebi sonrası mahkeme yolu ile yapılıyor.
Atanan kayyum polis ve biber gazı öncülüğünde göreve başladı. Kanaltürk ve Bugün Tv'nin yayınları kesildi. Hani tarihe de bir dipnot oluversin... 1 kasımdan sonra nasıl bir hükümet kurulur, kurulan hükümetin fiili gücü ve hukuki gücü dengelenebilir mi, bütün bu hengameden nasıl çıkılır, merakla bekliyoruz?



28 Ekim 2015 Çarşamba

kutuplaşma üzerine mırıldanmalar

saat geç, yatmam lazım. ama biraz karalammak iyi gelecek.
bugün kendimi iyi hissetmeyi becerdiğim bir gün oldu.
boyamı aldım. yemeklerimi evde yedim. evde yemek nefis bir şey. kendi öğününü yapmak öyle iyileştirici ki.
kışın gelmesi mutlu ediyor. biraz içeri çekilme şansı. daha çok okumak daha çok yazmak imkanı. yavaşlamak, sakinleşmek keyfi.
tabii memleket meseleleri izin verirse.

duş yaparken aklıma daha önce bir bakanın (hangisi olduğunu unuttum, unutmamam lazım. hemen google layayım, Recep Akdağ imiş) kör birine. "sana iş verdik daha ne istiyorsun" demesi geliyor.
işte vidyosu da burada:

akp takipçilerinin bir şekilde vicdanlarıyla değil belki ama yerleşik değersizlik duygusuyla buna katıldığını düşünüyorum. 'körsen, eksiksin. eksik yaşıyorsun ve bahşedilene nankörlük etme.' şu yüzde 99'u müslüman ülkede yaşıyoruz lafı da oraya geliyor aslında. alevisin, azınlıksın, ses çıkarmadığımıza dua et, ermenisin zaten, bu topraklarda karnın doyuyor daha ne istiyorsun? gibi gibi. "vatandaşlık" bilgisinin eksikliği bu. anlatabilmek lazım. demokrasi demek aslında azınlığın da çoğunluk kadar gözetilmesi demek. seçkin bir zümre yaratacak şekilde değil, azınlık olduğunu hissetmeyecek, kendi vatanında yaşamaktan gurur duyacak, hükümetini sahiplenecek kadar.
çok basit. çok temel.

kamplaştırma ile karşı karşıya getirildiğimiz noktalarda, bize seçilen rolleri sahiplenerek kutuplaştırmayı arttırarak aslında akp'nin ekmeğine yağ sürdüğümüz kesin. saldırdığımızda elbette daha sıkı sarılıyorlar akp'ye çünkü duygularıyla hareket ediyorlar ve onun arkasında gerçekte yatan evrensel vicdan sekteye uğruyor, çünkü savunma durumuna geçiyorlar.
çok basit. çok temel.

daha tuhafı benim gibi muhalif olanların bir zamanlar onları ezen iktidar olduğumuzu sanmaları. bunun benim hissettiğim şeklini anlatabilmeyi öyle çok isterdim ki. benim varoluşum iktidara müsait değil. iktidar denen şey yok olana kadar benim iktidarım söz konusu değil. ben ve benim gibiler ömürlerdir muhalifiz. ve de ezileniz ve de en azınlığız, bu yüzden de en mağduruz aslında. en kucaklayıcı olmaya çalışanlardanız. azıcığız ama ayakta kalıyoruz bir şekilde. mağduriyetin tanımlanmış belirtilerini göstermediğimiz için, zalim sanılıyoruz. elbette denebilir ki daha derin mağduriyetler, daha temel yalnzlıklar var. inanılmaz, açlık derecesinde fakirlik, izolasyon, ve ölümler var. tabi buradan çıkıp mağduriyet yarıştırmak saçmalık olur. karnım tok. kendi yaşamımın iplerini devlet izin verdiğince kendi ellerimde tutuyorum. kendime aitim. ama bu noktada toplumun diğer kesimleriyle duygudaşlık sağladığı sanılan din, toplumsal cinsiyet rolleri, milliyetçilik anlayışım olmadığından aidiyetle ilgili sıkıntılar yaşıyorum. bir yandan özgürleşip herkese eşit uzaklıkta durabilmeyi becerebilirim. ama dışlayıp, tükürüyor benim gibileri sistem. marjinalleşiyorum. halk düşmanı oluyorum. vatan hanini. kutbun en uzak uçlarından biri.

dediğim gibi mağduriyetler üzerinden empati yapmaktansa belki "insan" ve "vatandaş" olma haklarının evrensel asgari müşterekleri üzerinden temas etmek gerek. çünkü içinde yaşadığımız ülkede herkes mağdur. mutlu kimse var mı? tüm gücü elinde bulunduran, diktatör olan adama bir bakalım hele. nasıl bir insan haline geldi böyle? olduğu şeyle başa çıkılabilir mi? bu akşamki yemeği benimki kadar lezzetli miydi? uykusu dinlendirici mi? onu böyle biri haline getiren şey sadece karakterindeki zayıflık, ya da acımasızlık ya da psikopatlık mı? (bu kısımda salaklaştığım, naif, aymaz olduğum düşünülebilir. ama bazen öfkenin yerine üzüntü koyabildiğim hallerde bir perde aralanıyor ve o "düşman" algısı böyle tuhaf bir şeye dönüşüyor. affetmiyorum. anlamıyorum da. kabul de edemiyorum aslında bunca muhteris, tamahkar olmayı. ama içinden çıktığı kültürün, yapının dahi aslında her bir değerini yıkıp geçecek bu hale kendi başına geldi denebilir mi? işgüzarların teşviklerini unutacak mıyız? faydacıların kayırmalarını, korkakların yaltaklanmalarını, şelaleden sıçrasa kardır diyenlerin emre amade olmalarını, koca koca güçlü insanların para için el pençe divan durmalarını? peki onları kim, kimler, hangi sistem yarattı. kendimizi ve dahi ben de kendimi hariç tutabilecek miyim bu "suçlular" listesinden?)

başka erdoğanlar yaratmayacak bir ülkenin hayalini kuruyorum. ama acıklı olan şu ki, bu dünyaya, gezegen olarak yani, o kadar ömür biçemiyorum. ufkumuzda bir distopya var, kahramanlarının hollywoodun yarattığı kadar cilası olmayan bir "mad max" dünyası. ve almamız gereken yolu alamazsak sadece onca yoksunluk içerisinde, vicdanın olmadığı, bugünlerden çok daha korkunç bir gelecek bizi bekliyor. böyle düşünüyorum.

yine de yukarıdaki paragraftan pek çıkmasa da umutluyum. insan öyle sonsuz olasılıkları ve mahareti barındıran bir form ki:)

güzel başlayıp apokalipsle biten bir yazı oldu:) ben de bunun üzerine, yine de her ne hikmetse ağzımda bir ufak gülümsemeyle uykuya yatayım. küçük ölüm beni sarmalasın.

iyi geceler.


bu arada Kamp armen gerçek sahiplerine iade edilmiş! benim hala umudum var!

26 Ekim 2015 Pazartesi

üzerimde bir bezginlik

dün gece alkol alınca tabi artık gelenekselleştiği üzere ertesi gün, yani bugün ekstra depresyon. ekstra diyorum çünkü aslında alkol ertesi olsun olmasın neredeyse geziden bu yana yaşadığımız şeyler hep kaldırabileceğimizden ağır.
kafamı toparlayıp hiç bir işin ucundan tutamıyorum. bişeyler okuyayım diyorum, odaklanmak ne mümkün. meditasyona otursam, biliyorum iyi gelecek ama sanki bu fikre her bir hücrem itiraz ediyor. bu bir yandan iyi olmaya karşı bir direnç göstermek gibi. nasıl, niye iyi olayım ki?
feysbuk ve mailim arasında gidip geliyorum sanki hayatı ordan yakalayabilirim ama gördüğüm tek bir güzel şey yok.

şöyle bir kare var. fenerbahçe taraftarı galatasaray forması giydirdiği kadın mankeni yakıyor. canım sıkılıyor. bu nasıl bir kepazelik! önce kadına dönüştürerek 'düşmanı' "aşağılıyor". bir takımı kadın şekline sokarak onu "sikilebilir" yapıyor aklınca. "sikmeyi" bir şiddet eylemi olarak kafalara kazıyor. ama bu yetmeyeceğinden bir de üzerine yakıyor!!! bu nasıl bir kafa? bu nasıl bir gönderme? bu coğrafyada tecavüz sırasında kendisine direnen kadını bıçaklayarak öldüren ve sonra da yakan insanlar oldu. o insanlara öfkeden halk sokaklara döküldü. yüzlercesi de kadıköyde!!! ama şimdi karşı takıma duygularını aynı şiddet unsurlarıyla ifade etmek nedir? sporda mücadele bu topraklarda buna dönüştüyse, bu ülkede artık nasıl yaşanır? üstelik aynı maçtan sosyal medyaya düşen görüntülerden birinde bu taraftar kalabalığı "hırsız tayyip erdoğan" "hükümet istifa" diye tezahürat yapıyor! ben şimdi bu kalabalıkla aynı fikirleri mi savunmuş oluyorum? bunlar mı bir araya gelip bir eylem gerçekleştirecek benimle birlikte? bir gün "ya hep beraber ya hiçbirimiz" diye bunlarla mı bağıracağım? bezginlik bezginlik.

sonra bugün interseks farkındalık günü. bir vidyo izliyorum:



vidyo şu soruyla başlıyor. "kimlerin testisleri var?" ekrandaki 4 kişiden en feminen kadın görünümlü olan el kaldırıyor: "benim!"
öğreniyoruz ki dördü de interseks ve diğer üçü çocuk yaşlarda, henüz kendileriyle ilgili hiçbir şey bilmezlerken aileleri ve doktorun kararıyla ameliyata alınmışlar ve testisleri alınmış! hatta uzunca zaman bu ameliyattan, bedenlerine ne yapıldığından bile haberdar edilmemişler. Doğal olarak Aligül'ü hatırlıyorum. onu hep etrafta görürdüm ama hiç tanışmamıştık. ölümünden sonra yazdıklarını okuma fırsatım oldu. ilgilenen olursa diye işte blogunun linki. devamında intersekslerle ilgili birkaç şey okudum. bilimsel, tıbbi anlatımlar, ilk ağızdan deneyimlerden, yaşamdan süzülenler. hep acı işte. varoluşunun dayatılanla örtüşmediğinde duyduğun temel acı. ve daha kötüsü hal, durum görünür olduğu için, doktorlarla elele ailenin "düzeltme" operasyonları. ve homofobiden kaynaklı olarak genelde testislerin alındığı ve interseks evladın bir kız evlada dönüştürülmeye çalışıldığı bir sürü yaşam. bezginlik yine bezginlik.

işte böyle. feysbukta okumaya kurcalanmaya değer pekçok haber, link vardı ama ben bugün daha fazlasını yapamadım.

içimde bir yerde çöreklenen suçluluk duygusu, günü verimsiz geçirdiğim için bana kızgın. ama ben artık elimden bir şey gelmiyorsa elimden bir şey gelmeden durabiliyorum. hala içimde bir yerde tıslayan "bırak bahaneyi, basbaya tembelsin işte" suçlamalarına, yarım ağız 'evet tembelsem tembelim, nedir yani' diyorum. bir çay daha ve bırakmaya tabii ki hanidir kararlı olduğum bir sigara var aklımda.

şimdi onları aradan çıkarayım.
sonra çamaşır asarak belki mızmız ruhumu bir miktar huzura kavuşturabilirim.

emir demiri keser mi?


tarihin sayfalarında kaç görünmeyen kahraman var acep? üstten gelen emri etik bulmayan, vicdanına sığdıramayan, ve emre itaat etmeyerek hayatlar kurtaran, kurtulanların bile kahramanlıktan habersiz olduğu kaç kahraman?

para kazanmanın, işgüç sahibi olmanın kutsallığında herkes bir terane tutturmuş "benimle ilgisi yok, emir geldi yapıyorum" meşruluğu hakkatten meşru mudur?

haberi okumak için tıklayınız

kendinden sakladığın acı


savunma mekanizmalarımız hayata tutunmayı kolaylaştırır. başa çıkamayacağımız acı ve çaresizlik duygusuyla yüzleşmemek için olan bitenle aramıza mesafe koyuyoruz. Özgecan eve dönüş yolunda bindiği dolmuşun şöförü tarafından öldürüldüğünde duyduğumuz öfke, ülkenin her yerinde bizi sokağa çıkmaya, itiraz etmeye, isyan etmeye çağırırken, Dilek Doğan'ın öldürülmesi daha sessiz bir acıyla içimize kazınıyor.

haberlerde geçen "dhkp-c ye düzenlenen operasyonda", "terör operasyonu sırasında" şeklinde cümleler, Dilek Doğan ile halkın arasındaki mesafeyi açıyor.

insanlar bir çok yerde, diyarbakır'da, suruç'ta, ankara'da, cizre'de, lice'de ve öncesinde de devlet parmağı olan tüm bu ölümlerde, ölenlerle arasına bir mesafe koyarak başa çıkıyorlar. "orada" yaşanmışsa bir sebebi vardır, "orada" ne işleri vardı?, örgüt üyesiymiş; dillendirilmese de zihinlerde çoktan yuvalanmış bu kalıplarla kendilerini koruyorlar. aksi takdirde, şüphe duyduklarında yaşamlarına devam edemeyecekler. duyarsızlıklarını koruyan herkesin kafasında saklı bir "baba devlet", içerisinde korkuyu da, şiddeti şefkatle meşrulaştırmayı da beraberinde getiriyor gibi geliyor bana. "bakın ben sağım, benim başıma bunlar gelmez, polis evimi basmaz, benim olduğum yerlerde bomba patlamaz" inancıyla, babasına karşı durmayan, bu yüzden babadan zarar görmeyen, onanmış vatandaşlarmış gibi koştura koştura işlerine koştura koştura evlerine giden, faturasını ödeyip, kredi kartı borcunu azaltma planları yaparak babalarına yakışır evlatlar olmakta beis görmeyen kalabalıklar içerisindeyiz.

trafikte, bütün bu ölümlere duyulan öfkeden kat be katı öfke duyuluyor. biri yürüyen merdivenin sağına geçmesin hele! metroda, finikülerde kapılar kapanmadan önceki son saniyede içeri girmeleri önlerindeki birinin yavaşlaması yüzünden mümkün olmasın! devlet babasının ona layık gördüğü dünyasında, babasının kurallarının polisi olmuş, gözde evlat olmak için koştura koştura yaşadığının farkında olmayan kalabalıklar, tabi ki devlete değip dokunmadığını düşündüğü, münferit bir canavara öfkesini akıtabildiği Özgecan'ın katiline duyduğu öfkeyi rahatça sokaklara taşırken, Devletin polisinin kendi evinde vurduğu Dilek Doğan için kendinden bile gizli bir acıyı sessizce içine gömüyor. suçluluk duygusuyla, kendi evinin asla basılmayacağından baş edebiliyor.

dün keyifli bir günün sonunda birkaç bira içip sohbet ederken üstüste 3 ölüm haberi aldık. Dilek Doğan, Fehmi Demir, Hande Demircioğlu.
Dilek'i polis öldürdü. Fehmi trafik kazasında hayatını kaybetti. Hande evinde ölü bulundu, sebebi bilinmiyor.

Ama ben diyorum ki bu ülkede, tüm ölümlerde devletin biraz parmağı vardır.
kurulan sistem insan dostu olmadığı için yaşamın her alanında ölebileceğimiz mayınlar döşeli. anında ya da yavaş yavaş. trafik kazaları, eğitim, sağlık sistemleri, hukuksuzlaştırılan yargı, tüketimle köleleştirme, devletin halkına saygı duymaması, kendimizi suçladığımız mutsuzluğumuz, bunların hepsi çirkin, kötü ve çok güçlü olan failin maşaları, cinayet aletleridir. ölenler de birer birer hepimiziz.

devam ediyorum yeni baştan

çooook çok uzun bir aradan sonra tekrar bloga yazmaya karar verdim. gel gör ki artık herşey bambaşka ve ben de öyleyim. o yüzden tam burada blogun öncesi ve sonrası arasında bir kopma yaşanacak.
haber edeyim dedim.