24 Mayıs 2009 Pazar

ağırçekim

filmlerdeki yavaşlatılmış sahneleri severim. gerçekliğin en kırıldığı noktalardır onlar.
sinemanın kendisinin bir soyutlama ve hatta illüzyon olduğu söylenebilir tabi. ama yine de bana kalırsa gerçekliği kırmak en çok zamanı kırmaktır.

klişeler:

- çocukken zaman yavaş, büyüdükçe hızlı ve yaşlandıkça da su gibi akar geçer.
- keyifli birşey yaparken zaman hızlı geçer de zorunlu olduğumuz bişeyi yaparken geçmek bilmez.

eh ölümü kafaya takan bir canlı türü olduğumuzdan olsa gerek, gizli bir öfke ve tevekkül duyarız zamana. ikisinin de sebebi aynıdır. müdahale edilemezliği.

anlarda farkına varırız ancak. çok sevdiğimiz bişeyi hapır küpür yalayıp yuttuğumuzda keşke daha yavaş yeseydim deriz içerde bi yerde çok sessiz. sonunu koştura koştura getirdiğimiz bir kitabı birinin ilk kez okuyacağını duyduğumuzda imreniriz. ilk kez okuma hazzını aceleye getirdiğimiz fikri saklanır arkalarda biyerde. sanki mümkünmüş gibi iyi bir film için bile bunu deriz. bazen nefesimizi dinlerken sevişmemize.

ve lakin çok takarız çok. ama sessiz ve de şşşş, çaktırmadan.
cezalandırılmaktan korkumuza değil, zaman ya çok adildir ya da çok umursamaz, herkesten aynı akar.
mutlağa kafa tutacak kadar aptal olmak istemeyiz bi bakıma.

sandman'de bir öykü var. (neil gaiman)
adamımız dream (rüya tanrısı sandman olur kendisi) bikaç yüzyıl önce bir meyhanede otururken yan masanın konuşmalarına kulak misafiri olur. adamlardan biri ölümü altettiğini anlatmaktır. der ki insanlar kabullendikleri için ölüyorlar. kabul etmezlerse böyle bir gereklilik yoktur aslında. diğerleri tabi dalga geçerler. sandman bir fırsat bulup adamla konuşur, ciddi olup olmadığını sorar. adam ciddidir. bu isteğinde emin olup olmadığını sorar. emindir. sandman de adamla bir anlaşma yapar. adam istemediği mühletçe ölmeyecektir ve her yüz yılda bir ikisi buluşacaklar, adam deneyimlerini anlatacak, ve devam etmek isteyip istemediğini söyleyecektir.

yani diyorum ki, haddimizi aşma cesaretini bulsak, aptal olmaktan korkmasak?

(resimleri kocaman yükledim, tıklanıp okunabilir)




who wants to live forever?
yine bi film vardı, mmm, çok sade, çok küçük, harika bir film. tümü neredeyse tek mekanda geçiyordu, dur bakalım, bulmalı hemen...
evet "the man from earth" (2007)
imdb de 2007 nin ortalama puanı en yüksek 44. filmi olarak görünüyor. araya video oyunları ve filmleri girmese daha da yükselir.
filmde adamımız taşınmaktadır. bikaç arkadaşıyla bişeyler içerek vedalaşırlarken ortaya şu soruyu atar: "14000 yıldır yaşayan bir insan olsaydı neye benzerdi?”.
pek güzel, pek şenliklidir ve fena halde tavsiye edilir.


aklıma üstüste örnekler geliyor.
new amsterdam diye bir dizi peydahlandı bir de geçen yıl. 8 bölüm oynadı ve çat diye bitti, sonlanmadan. yayından kaldırıldı yani. sanırım amerikan izleyici pek tutmadı diziyi. eh bana soran da olmadı ki daha daha diyeyim...
onda da efenim pek uzun yüzyıllardır yaşamakta olan pek hoş, pek cazip ve de karizmatik bir dedektif vardı. keyifli olan kısımlardan biri şuydu ki dizide 50'li yaşlarında siyah bir bar sahibi vardı ve kendisi kahramanımızın oğlu idi. konuşmaları pek zevkli geçerdi. (aşağıda sağ ortada) bak özledim şimdi. tü kaka amerikalı izleyiciler.


neyse, zaman işte. güzeldir diyorum:)
allahtan durup burada highlander anlatmayacağım... kaç bölümdü o? 5? christopher lambert'in gitgide yaşlandığını görmekten duyduğum acı? of, her zaman "Subway"(1985) deki gibi kalamaz mıydı? (http://www.imdb.com/title/tt0090095/)


yaniyakim diyorum ki ben, "ağır"lamak gerek "an"ları. ağırdan almak, damağa yapıştırmak, yavaş yavaş eriterek tadını çıkartmak, tükenirken de zamana şükranları sunmak mesela...

(subway'i bir kere daha izleme vakti gelmiş)

olası bir başka konu: "aynı filmi defalarca izlemenin prensipleri" (olur mu olur)

Hiç yorum yok: